The mind is its own place and in itself, can make a Heaven of Hell, a Hell of Heaven.
Paradise Lost, John Milton

14 Nisan 2010 Çarşamba

DüŞ'ün

Cogito, ergo sum. Düşünüyorum öyleyse varım. Peki kaçımız gerçekten düşünüyoruz? Düşünmekten kastımız ne öncelikle? İşyerlerimizde Excel dosyalarımızdaki rakamlar, satış değerlerindeki artışlar ve azalışlar, fabrikamızdaki verimlilik oranları, öğrencilerimizin sınav soruları, hastalarımıza en iyi gelecek olan ilaçlar… Benim düşünmekten kastım bunların hiçbiri değil. Benim kastım gerçekten neden burada olduğumuzu sorgulamak, neler yaptığımızı, neler istediğimizi. Vanti’de de Ali İhsancığım bunu sorguluyor, hem de “tok tok tok” diye beyninize vura vura.
Ali İhsan bölüm arkadaşım ve ilk tanıştığım günden beri (5 sene olmuş) tiyatroyla uğraşıyor, tabi öncesi de var. Daha önceki oyunlarına gitme fırsatım olamamıştı, çok sevdiğim ve çok yakın bir arkadaşım olmasına rağmen hep bir terslik çıkmıştı. Bu sefer, hele de tek kişilik bir oyun üzerinde çalıştığını bana ilk söylediğinde, ne olursa olsun prömiyer gününde gitmeye karar verdim.
Oyunun adı “Vanti”. Kulağa sofistike bir isimmiş gibi geliyor, Vanti. Hamlet gibi, ya da Siddharta… Biraz daha güncel bakarsak Starbucks’ta içtiğimiz en büyük boy kahve, venti. Ya da V-anti. Ama oyunun isminin bunların hiçbiriyle alakası yok. Vantilatör’den geliyor isim. Ana karakter oyun boyunca bir vantilatörle konuşuyor, onu düşünerek döndürüp döndüremeyeceğini sorguluyor. Çünkü her şey dönmek aslında. Başkasına bakıp, onu gerçekten görebilmek, bunu yaptıktan sonra onun gözlerinden kendine bakabilmek, kendine dönebilmek. Bunu düşünerek yapabilmek… Size oyundan bir kesit vermek istiyorum:
"Şimdi beyler,
Sinema daha imkânlı, ama tiyatronun da oturmuş bi dili, geleneği, bi biçimi ne bilim, bi bişiyi var. Ama sinema da yani kadrajlar falan daha imkânlı ya, sahneyi bildiğin döndürüyorsun yani, böyle sağdan sola ya da soldan sağa, ne bilim. Böyle sanki ben sahnede duruyorum, kıpırdamıyorum da kafamın içinde neler neler oluyo. Ama işte tiyatro da böyle canlı, kanlı, anlamlı, hemen hop şimdi burada oldu bitti falan filan ne bilim… Bilmiyorum beyler, yani böyle bir sorunsala mala gerek var mı bilmiyorum, yani benim bir hikâyem olsun yeter ya, bi hikaye, ayırt etmiyorum yoksa ben, bir arada olur yani bence, çok düşünmüyorum da zaten. Yani düşünmüyorum derken bunları düşünmüyorum, yoksa düşünüyorum canım tabi ki, yanlış anlamayın, hep düşünüyorum, bi tek onu, vantiyi, döner mi dönmez mi, döner ya, başka ne düşünebilirim ki zaten, ben kral değilim ki ne istesem olsun, başka ne düşünebilirim yani, bi tek o var, ben kral değilim ki bin çeşit hikayem olsun, ben istemez miydim olsun, ama karanlığın içinde bi tek o var işte ve bi döndü mü… bi döndü mü… döndü mü… döndü mü… döndü mü… döndü mü… dıdıdıdıdıt dıdıdıdıdıt dıdıdıdıdıt…"
Oyuna Tuğçeciğimle buluşup gittik. Öğleden sora buluşup oyuna kadar da hasret giderdik. O gün konuştuklarımızın sahneye konmuş halini izledik sonrasında da. Sanki her şey planlanmış gibi. Sanki bizim birlikte oyuna gitmemiz, gitmeden önce oyunun ana temaları çevresinde saatlerce konuşmamız, ikimizin de bazı şeyleri “düşünmeye” başlamamızın tam bu oyuna gideceğimiz dönemde olması bir tesadüf değil de belirli sanki. Böyle olunca, kendime sormadan edemiyorum yoksa bunlar her zaman oradaydı da biz mi göremiyorduk? Oyunun bir yerinde, hatırladığım kadarıyla, şöyle bir monolog var: “Karanlıkta bir hikayen olamaz, orada karanlık vardır çünkü sadece. Bakın ne görüyorsunuz, sadece karanlık.” Düşünmeyen insan karanlıktadır. Ama gözleri alışmıştır karanlığa, çevresinde olanları bir yana koyalım, kendi içinde olanları bile fark edemez. İşte bu yüzden insanın düşünmeye zaman ayırması lazım. Sadece bunu yapan insan onun için en iyinin ne olduğunu anlayabilir, sadece o gözlerinin yanılgısının farkına varıp aydınlığa kavuşabilir.
Not: Şunu anladım ki dost dediğimiz insanlar birlikte düşünebildiklerimiz. İkiniz de iyi ki varsınız.