The mind is its own place and in itself, can make a Heaven of Hell, a Hell of Heaven.
Paradise Lost, John Milton

24 Mart 2010 Çarşamba

ŞART MIDIR?

-Beni seviyor musun?
-Olabilir.
Serhan bayadır tiyatroyla uğraşıyor, biliyorum. Res’den sıklıkla duyuyorum, facebooktan da takip edebiliyoruz tabi – artık herkes paparazzi.:) Ama daha önce hiçbir oyununu izleme şansı bulamamıştım. Bu yüzden, Res, Serhan’ın Kadıköy’de oynadığı “Ne Münasebet” adlı oyuna gidilmesi gibi bir plan olduğunu söylediğinde, “oh sonunda” dedim içimden. Oyun Müjdat Gezen Kabare Sahnesi’ndeydi, genel olarak küçük skeçlerden oluşuyordu. Skeçler kadın erkek ilişkileri üzerineydi ve izlerken gerçekten çok güldüm, çok eğlendim. 70 milyonu cüzdandan çıkarıp masa üstüne koymak ve 70 milyon önünde yemin etmek: yaratıcılık.
-Beni seviyor musun?
-Keşkül yer misin?
Espri Standartları Enstitüsü Kurumu’nu (ESEK) çoğunuz duymuşsunuzdur. Serhan da bu tiyatro grubunun üyesi. Cumartesi oyundan çıktık, oturalım daha muhabbet edelim istedik, Cadde’ye gittik. Bütün gece tiyatrolardan konuştuk. Serhan anılarını anlattı, Res sanki röportaj yapan bir muhabir havasında çalışmış da gelmişti, bir cümleye Serhan başlıyor, o tamamlıyor. Zaten bir konu onun ilgisini çekmeye görsün, ıcığını cıcığına katıp ne var ne yok her şeyi okur, çok güzel bir huy bence. Neyse, orada konuşurken Serhan ESEK’in iki oyunundan daha bahsetti: Sen Olmasaydın ve Kaygan Zemin. Kaygan Zemin’i daha önceden duymuştum ama Sen Olmasaydın’ı bilmiyordum, meğer o Kaygan Zemin’in öncesi gibiymiş. Hemen üç gün sonra Sen Olmasaydın Akatlar Kültür Merkezi’nde sahne alacakmış, Serhan da bizi davet etti. İyi ki de etmiş, iyi ki de gittik. Gerçekten katıla katıla güldüm. Oyunun bir yerinde karnımı tutmuş, iki büklüm olmuş buldum kendimi. Oyuncular Yağmur Kaşifoğlu ve Yosi Mizrahi, ilişkileri iletişim bozukluklarıyla yıpranmış evli çift, Nilüfer ve Cihangir’i canlandırıyorlar. Oyunun aynı zamanda yazarı da olan Uğur Uludağ’ın oyunun bazı yerlerinde doğaçlama olarak sahneye çıkması, o çıkınca oyuncuların yüzlerindeki ifade uzun bir süre aklımdan silinmez. Ve bir de tabi oyuncular kostüm değiştirirken ışıklar kararınca duyduğumuz kadın erkek “Beni seviyor musun” diyologları. Bir tek oyunun bitişi beni biraz rahatsız etti. Sanki bir şeyler havada kaldı gibi hissettim ama sonradan düşününce zaten olması gereken de budur diye düşündüm. Devam oyunu olan Kaygan Zemin’e gitmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
-Beni seviyor musun?
-Şart mıdır?
İki oyunda da genel olarak kadınlar ile erkeklerin ilişkilere ne kadar farklı yerlerden baktıklarına değiniliyor. Biz kadınların ruhlarının çok karmaşık olduğunu kabul ediyorum ve tabi ki de erkek ya da değil, hiç kimseden bir başka insanın ruhunu tamamen anlamasını bekleyemem. Ancak ben çevremdeki insanların çoğunun yapabileceklerinden çok daha azını yaptıklarına inanıyorum. Çoğu erkek sadece sürekli şikayet ediyor, kadınları anlamıyoruz diye. Bana sorarsanız, ben de anlamıyorum kendimi çoğu zaman, ama bence gerekli olan empati ve olumlu yaklaşmak. Sevdiğini karşındakine gösterebilmek ama gerçekten hareketlerinle, davranışlarınla, ona dokunmadan ona ne kadar değer verdiğini anlatabilmek. Bazen anlamamak çok mümkün, ama yapıcı olmak lazım, soruna takılmamak çözümü aramak lazım. Sevmek şart mıdır? Şart olan anlamaya çalışmaktır, sevgi zaten kendiliğinden gelir.
Not: Bu yazı Serhan sayesinde oldu, çok teşekkürler…

14 Mart 2010 Pazar

MÜZİK, DANS, KOSTÜM, DEKOR

Bir müzikalleri seven insanlar vardır. Bir de sevmeyenler. İşte bu yönüyle diğer bütün gösteri sanatlarından ayrılır bence müzikal. Mesela tiyatroyu genel olarak çok seven ama sevmediği oyunlar da olan insanlar vardır ve aynı şekilde tiyatroyu sevmeyen ama kazara izlediği bazı oyunları beğenenler de. Ben şarap sevmem mesela ama bazı şaraplar gerçekten çok lezzetlidir. Bunlar bir yana, bana göre, müzikaller konusunda insanlar siyah ya da beyazdır, gri yoktur. Müzikalleri seven insanlar için kötü müzikal yoktur, sevmeyen birini ise müzikale yalvarsanız götüremezseniz.
Geçtiğimiz bir hafta içinde iki tane müzikal izleme şansı yakaladım; biri sinemada, diğeri canlı olarak. Birincisi 1982 Broadway müzikalinin sinemaya aktarımı olan ve İtalyan film yönetmeni Guido Contini’nin hayatının, verimsiz denebilecek bir dönemini konu alan “Nine”. İzlediğim bütün müzikalleri beğendiğim için bu konuda pek bilirkişi sayılmam aslında. Ama bu en favorilerimden biri oldu ve “Notre Dame de Paris” ile “Phantom of the Opera”nın yanında yerini aldı. Filmde Fergie’nin söylediği “Be Italian” şarkısındaki tef dansı ise bence efsane bir dans sahnesi olmaya aday.
Bu hafta izlediğim ikinci müzikal ise “Red Hot Broadway”. Amerikalı bir grup sanatçı ünlü müzikallerin ünlü parçalarını bir araya getirerek bir gösteri oluşturmuşlar. Bu müzikallerin arasında Grease, Chicago, Mamma Mia, Cats, Les Miserables, My Fair Lady, Cabaret, Evita ve daha birçoğu vardı. Danslar, kostümler gerçekten çok güzeldi ama ben bu gösteriye “müzikal” dediğimde bir yanlışlık hissediyorum. Gösteriyi arkadaşım Tuğba ayarladı. Ben, Res, Tuğba, Tuğçe ve erkek arkadaşı Tuna olarak gittik. Tuğba ve Tuğçe bölümden arkadaşlarım, gerçi şimdi ikisi de mezun. Gösteri araya girdiğinde Tuğçe, “Bir şey eksik ama ne?” dedi. Açıkçası aynı fikir benim aklımda da vardı. Düşündüm ve buldum; bence eksik olan şey “konu”ydu. Bu kadar değişik müzikalleri bir araya getirince tabi bu gösteri müzikal havasından çıkıp bir dans gösterisi olmuş; bu nedenle ona dans gösterisi olarak bakmak lazım ve onu böyle beğenmek daha kolay. Gösteriye bir eleştirim daha olacak, o da şu ki çoğu müzikalin bana göre en güzel olan şarkılarını çalmadılar. Grease’in “Summer Nights”ı, Mamma Mia’nın “Mamma Mia”sı, Chicago’nun “Cell Block Tango”su yoktu. Ama tabi bir yandan da herkesin beğendikleri farklıdır ve herkesi memnun etmek mümkün değil diye düşünüyorum. Bu arada bahsetmezsem haksızlık olur Cats’deki dans sahnesi ve Chicago’daki “All that jazz” bence gösterinin en etkileyici kısımlarıydı. İki eseri de izlediğim için çok memnunum. Dedim ya, müzikal (ister başlı başına bir müzikal olsun, ister müzikal parçaları olsun) izleyip mutlu olmamam mümkün değil zaten. Bu yüzden herhalde “Ben müzikal sevmem.” diyen insanları hiç anlayamayacağım. Müzikaller insanların mutlu oldukları yerlerdir, dram dolu hikâyeler bile dansla ve müzikle karışınca daha güzel olur. Kostümler etkileyicidir. Dekor özeldir. Müzikaller güzeldir.

4 Mart 2010 Perşembe

Kuantum, Kuantsın, Kuant

Başlamadan önce söylemem gerekir ki şu anda üniversite son sınıftayım. Eğer bir terslik çıkmazsa birkaç ay içinde okulumu bitirip diplomamı almayı umuyorum. Ama sonra bir yerlerde daha daha okuyup, sonra İstanbul’a dönmek istiyorum çünkü şu anki okulumda, Boğaziçi Üniversitesi’nde hoca olmak en büyük hayalim. Tahmin edersiniz ki bu çekişmeli bir maraton ve bu maratona, dünyanın en iyi okullarında doktora yapabilenler sadece bir adım değil onlarca metre önde başlıyorlar. Bu nedenle ben de okulumun bu son senesinde doktora için yurt dışında bazı okullara başvurdum, cevap bekliyorum. Önceki yazımda bahsettiğim belirsizliğin nedeni işte bu: Bilmiyorum, göremiyorum. Değil bir sene sonra, 6 ay sonra nerede olacağım hakkında bile hiçbir fikrim yok. Diyeceksiniz ki bunun başlıkta geçen konuyla, kuantumla ne alakası var? Anlayacaksınız.

Son zamanlarda deney sehpalarından gündelik yaşamımıza sıçramış bir bilimsel konu var: kuantum fiziği. Bazılarımız konu hakkında bilgi sahibi, bazılarımız sadece adını biliyor ama az ya da çok hepimiz bu konunun farkındayız. Ben bu konuda “öğrendikçe öğrenesi gelenler” kategorisindenim. Bunda çok sıkı bir Lost hayranı olmamın da etkisi var ama Lost’tan önce de bu konuyla ilgiliydim. Heisenberg’in belirsizlik kuralı, Schrödinger’in kedisi… Bu nedenle, bugün okul yolunda elime tutuşturulan “Kuantum ve Metafizik” konulu konferansı kaçıramazdım. Konuşmacı da daha önce okulda fizik dersi aldığım, derslerini severek dinlediğim Prof. Metin Arık. Böyle olunca aksam tuttum Res’in kolundan Yeni Yüksektepe felsefe derneğinin yolunu tuttuk. Konferans hayli kalabalıktı ve bir saat boyunca, Metin Hoca bildiği onca şeyi bu kadar kısa zamanda nasıl anlatacağı paniği içinde, hiç durmadan konuştu, anlattı. Onu dinlerken, insanın yaptığı işi sevmesi bu demek, diye düşündüm içimden, ne güzel.

Kuantum(quantum) adını Planck sabiti olarak bilinen çok küçük bir değer olan “quant”tan alıyor, zaten kuantum da bu küçük değerlerle ilgileniyor temelde. Bilmeyenler için benim de çok ilgimi çeken bir deney olan Schrödinger’in Kedisi’nden biraz bahsedeyim. Öncelikle kuantum fiziğinin gerçekten çok küçük, gözle görünemeyecek parçacıklar için geçerli olduğunu aklımızın bir köşesinde tutalım. Kuantum fiziğine göre bu küçük parçacıklar bir anda birden fazla yerde olabilir. Elektron, proton gibi parçacıkların bu özellikleri kanıtlanmıştır. Deneye göre Schrödinger masum bir kediyi, kapalı ama nefes alabileceği bir kutuya koyar. Kutunun içinde ayrıca, içinde zehirli gaz olan bir kap, fotona duyarlı bir tetik ve bu fotonu gönderecek bir kaynak bulunur. Deneye göre, eğer tetiğe bir foton değerse kutunun ağzı açılmakta ve salınan zehirli gaz ile zavallı kedi ölmektedir. Problem şurada, foton dediğimiz parçacık kuantum fiziğine göre aynı anda birden daha fazla yerde olabilir. Yani foton, bu durumda, tetiğe hem çarpar, hem de çarpmaz. Yani kedi hem ölüdür hem de diri; daha doğru söylemek gerekirse kedinin yarısı ölü yarısı diridir. Ancak biz kutuyu açtığımız zaman, müdahaleden dolayı bu olasılık bir duruma (ya ölü ya diri) çöker ve biz kediyi bazen ölü görürüz bazen diri. Oysa hiç açmasaydık, kedi hem ölü hem diri olacaktı. Rus ruleti gibi bir nevi. :) Bu arada, zavallı kedi dediğime bakmayın, bu tamamen düşünsel bir deneydir ve Schrödinger, amacı için hiçbir kediyi katletmemiştir.

Geçtiğimiz ay, lise arkadaşlarımla, yedi kişilik bir grup, Amsterdam’a gezmeye gittik. Orada Van Gogh müzesinden kendime sanatçının çok beğendiğim resimlerinden birinin posterini almıştım. Bugün Res ile odamda onu nereye asmam gerektiğine karar vermeye çalışıyorduk. Bunu çerçevelettirsene dedi; ben de altı ay sonra nerede olacağımı bilmediğimden hiç düşünmeden dedim ki; “gideceğim yerde çerçevelettiririm”. Bazı insanlar bundan 10 sene sonra nerede olacaklarını düşünmeden günü yaşamaya bakarlar: Carpe Diem! Ben ise günümü yaşamayı gözden çıkardım, sırf 10 sene sonra istediğim yerde olabileyim diye. Başvurduğum okulların çoğu Amerika’da; Amerika da, zaman, mekan, her boyutta İstanbul’dan ve sevdiklerimden çok uzakta. O an dedim ki içimden, keşke bu poster gibi sevdiklerimi de gideceğim yere götürebilsem. Peki o olmazsa, kuantum fiziğinin dediği gibi, birden fazla yerde aynı anda olabilsem, hem gitsem okulumu okusam hem sevdiklerimin yanında kalsam. Bir foton yapabiliyorsa ben neden yapamayayım, benim bir fotondan ne eksiğim var?


Not: Söylemeyi unuttum; Res biricik dostum. Ve erkek arkadaşım.

2 Mart 2010 Salı

Yeni bir kelime: "Aşk"

Bir şeyi fark ettim. Aşk’ı hiç böyle düşünmemişim.
Bu kitabı okumayı uzun süredir ertelemiştim. Ev arkadaşlarımdan ikisi Gaye ve Alev ilk çıktığı zaman alıp okudular Aşk’ı. Benim herkesin dilinde olan her şeye karşı bir soğukluğum vardır. “Rüzgar gibi Geçti”yi izlemedim, bütün Avrupa’yı gezdim ama Londra’ya hiç gitmedim, Twitter’ım yok. Hiçbir nedeni yok, o herkesin yaptığını yapmam, farklı olmalıyım diyen insanlardan da nefret ederim. Bir gün bunların hepsini yapabilirim, hatta yapmalıyım ama nedense henüz değil. Neyse, sular durulana, insanlar Aşk’tan bahsetmeyi biraz azaltana kadar bekledim nedense. İyi ki de beklemişim. Okulda aldığım sosyal seçmeli bir derste agnostisizm üzerine konuşuyoruz bu aralar. Bertrand Russell’ın bir agnostik olarak konuya yaklaşımını inceliyoruz. Kendisini ve düşüncelerini savunma tarzı çok akıllıca ancak din’e sadece bir kurallar silsilesi olarak bakması dokunuyor bana. İşin içindeki “aşk”ı göremiyor, Mevlana ve Şems’in içlerindeki “aşk”ı. Doğrusu, bunu ben de pek göremiyormuşum, bu kitap sayesinde daha iyi anladım.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, nasıl başardım bilmiyorum ama geçtiğimiz Çarşamba’ya kadar Aşk’ın konusu hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Nasıl olduysa kitabı okumadığım gibi, konusunu da duymamışım ve bu saf beynimde, geçtiğimiz Çarşamba’ya kadar, Aşk’ın bir kadın ile bir erkek arasındaki çalkantılı, sırlı, git-gelli bir ilişki hakkında olduğunu düşünmüşüm. Tam olarak yanıldığım söylenemez çünkü Ella ile kocası arasında bu tarz bir ilişki görüyoruz ama bu kitabın çok çok küçük bir bölümü bence. Demek ki, genel anlamda yanılmışım. İşte bunu fark edince anladım ki “aşk”ı hiç böyle düşünmemişim. Televizyonda izlenen diziler, günlük hayatta aramızda konuştuğumuz konular, bizi öyle bir ikili ilişkiler karmaşasına sokmuş ki aşk denilen şeyin ne olduğunu düşünmez olmuşuz. Maalesef her şey gibi aşkı da basitleştirmişiz, minicik kutularımıza sığdırmışız. Ben bu kitabı okudukça, aşkı çıkardım o sakladığım kutudan, o da büyüdükçe büyüdü; Şems’in 40 kuralı oldu, Mevlana’nın şarabı oldu, Ella’nın ikilemleri oldu. Ve kitabı bitirdiğimde bir şeyi fark ettim, ben daha mutlu bir insan oldum.

Kitapta beni en çok etkileyen kısmı söylemeden edemeyeceğim. Bu arada, bilmeyenler için dipnot, üniversite son sınıftayım ve şu birkaç ay içinde hayatım boyunca ne yapacağım belli olacak. İstediklerimin bir sıralaması var kafamda ve bu sıralamadan şaşmam gerekecek diye ödüm patlıyor... En azından patlıyordu ki okuduğum bir kısım beni çok etkiledi. Şems’in 40 kuralından biri –merak edenlere söyleyeyim bu 40 kural tamamen yazarın hayal gücünden çıkmadır- hayatımızın akışı üzerine. Şöyle söylüyor yazar: ”Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” Öyle çok planlıyoruz ki her şeyi ve planlarımız bozulunca öyle yıkılıyoruz ki, bir daha asla düzelemeyeceğimizi düşünüyoruz, hepimize oluyor. Apple’ın kurucusu Steve Jobs’un Stanford Üniversitesi mezuniyetinde yaptığı çok ünlü bir konuşma vardır, eminim çoğunuz izlemişsinizdir. Orada der ki ”İleriye bakarak noktaları birleştiremezsiniz, sadece geriye bakarak birleştirebilirsiniz”. Bugün bizi tepetaklak eden bir olay aslında bizi olmamız gereken yere götürecek olan olay olabilir. Tepetaklak olmadan korkmamalıyız, belki hayat tersten daha iyi görünür.

Elif Şafak’a binlerce teşekkür.