The mind is its own place and in itself, can make a Heaven of Hell, a Hell of Heaven.
Paradise Lost, John Milton

6 Ekim 2010 Çarşamba

GÜN 31

Bittiiii!! Yani gören var ya finallerim filan bitti sanacak ama şu iki sınav yüzünden harbiden çok stres yapmıştım, sonunda bittiler. Ve bugün, evden taşınmamın 1. ayını doldurmuş oldum. Şimdi hedeflerime bir bakıyorum. 2 kitap değil 1 kitap bile okuyamadım maalesef, çok yoğundum, ama önümde 4 günlük tatil var şimdi okuyucam. Bloguma her gün yazamadım doğru, ama yine de baya sıklıkla yazdım bence o konuda takdir hak ediyorum. Maç konusundaaa; cumartesiye biletimiz vaaarrr!!!! NC State vs. Boston College maçı var ve bana ve Mügeye çekilişten bilet çıktı. Burda sistem böyle. Biletler bedava, başvuruyorsun, bilet çıkıyor. Ama hiyerarşik bir düzen var,en üstte hocalar, sonra doktora öğrencileri, sonra master ve sonra undergrad. O yüzden bizim şansımız baya yüksek. Neyse sonuç olarak biletimiz var ve maça gidicez. NCSU sweat shirtlerimizi giyicez, kurt işareti yapıcaz ve "go wolfpack!!!" diye bağırıcaz. Ama tabi bir de önce internetten amerikan futbolu kurallarına çalışıcaz. :)) Yani o hedefime de ulaştım sayılabilir. Valla ehliyet alamadım çünkü hala sosyal güvenlik numaram yok. Sanırım başvurumu kayıp filan ettiler, direk ofislerine gidicem yarın ya da Cuma. Tembellik yapmıycam hedefime kesinlikle uydum, valla iyi çalıştım son 1 aydır, umarım sınavlarımın sonuçları da iyi gelir.
Henüz evime taşınmıyorum. Bugün gittim baktım sanırım her şey bitmiş bir tek internet ile ilgili bir kablolar döşüyorlardı onlar ortada. Umarım Cuma ya da haftasonu taşınabilirim. Ayrıca Mügecimle alışverişe gidicez yine bi gün. Hak ettik valla. Neyse ay bu gece hiç ders çalışmıycam, kitap okuyucam ve film izliycem. Bir de kaçırdığım bir Glee var onu. :))

3 Ekim 2010 Pazar

GÜN 28

Gerçekten evimi çok özledim. Yani İstanbul’u demek istemiyorum, onu zaten çok özledim de, buradaki evimi yani. Bu geçici eve, iş olmasın diye az eşya taşımıştım, sıkıldım göçebe gibi yaşamaktan. Hep aynı kıyafetler, tabak bardak sınırlı. Bir de eski evim üst katta, manzarası daha güzel, ev daha yeni, buradaki gibi böcek olmuyo neredeyse hiç.Gerçekten böcek olayı çok önemli bir kriter benim için. Burası alt kat olduğu ve biraz daha orman olduğu için her gün böcek öldürüyorum burada. Zaten korkuyorum böceklerden, böyle olunca gittikçe daha çok paranoyaklaşmaya başladım. Gerçekten, artık dönmek istiyorum. Bugün uğradım ne durumda diye fıskiyeleri takmışlar ama sanırım dışarıdan görünmesin diye asma tavan yapacaklar. Onun dışında ne işleri kaldı bilmiyorum. 4 hafta oldu, artık taşınmak istiyorum. Bir de bugün uğradığımda bir baktım ışık açık kalmış. Yarın hemen mail yazıyorum, elektrik faturası fazla gelirse çatır çatır alıcam, zaten yeterince huzursuzluk yarattılar. Umarım fall break’e kadar biter. Ben de haftaya bugün evimde olurum.
Bütün hafta sonu ders çalıştım. Dün 760, bugün 505. Ama yeterli olmadı ya. Tabi birazcık da darlandım iki gün başka bir şey yapmayınca. Ya su 3 gün hemen geçse, ama güzel geçse. Ya artık o kadar sınava girdikten sonra baya uzman olmuş olmam gerekmiyor mu? Yani artık stres yapmamalıyım bence. Yani gerçekten kaba bir hesapla şu anda 600ü aşkın sınava girmiş olmam lazım. Bu konuda bilirkişi olabilirm yani. Neyse sonuçta bunlar da bitecek üç gün sonra, fall breakte de bir sürü işim var ama en azından şu baba sınavların stresi gitmiş olacak. Tamam şimdi son bir gayret, bugün 505i bitirebilirsem, hafta içine sadece soru çözmelerim kalacak. Hadi bakalım!!

30 Eylül 2010 Perşembe

GÜN 25

Ya evet baya tembel oldum! Yani aslında fazla çalıştığım için yazamıyorum bu da biraz ironik. İnanılmaz yoğunum bu aralar ya. Haftaya 2 sınav var. Bu haftaya ödevler vardı. Bir de üstüne 216 nın sınavı oldu 2 gündür onları notlandırıyorum. Demin bitti. Şikayet etmiycem.

Şimdi sınavlarıma çalışmaya başlıyorum. Baya korkuyorum. İki sınav da çok önemli. İkisi de qualifier sınavları için. Daha önce bahsetmiş miydim hatırlamıyorum o yüzden anlatiyim. Doktora öğrencisi olduğunuzda “PhD Candidate” olabilmek için qualifier sınavlarını geçmeniz gerekiyor. Aslında bunları geçince de tam candidate olmuyorsunuz. Bir de ayrıca proposal ınızın onaylanması lazım. Qualifier dersleri belirli dersler arasında sizin seçtiğiniz 4 ders oluyor. Benim bu dönem aldığım 3 ders de qualifier, ikinci dönem de 1 tane alacağım. Yazın da sınavları olacak. Yani asıl önemli olan o sınavları geçmem. Her 2 kişiden 1ini bırakıyorlar bu arada. 2 kere kalırsanız da atılıyorsunuz. Adama boşuna “doktor” ünvanını vermiyorlar. :) Ama çok korkuyorum ya. Bir kere çoktan çalışmaya başlamış olmam lazımdı. Bugün perşembe, sınavların biri salı, diğeri çarşamba. Ama günlerdir sınav notlamaktan başlayamadım ki.
Şikayet etmiycem.

Tamam, şimdi önümde kocaman haftasonu var. Yarın sabah da seminer yokmuş, laba kadar ders çalışabilirim. Yetişecek, yetişecek. Sınavlar çok güzel geçecek. Sonra zaten perşembe fall break’e giriyoruz. Tatil yapıcam. En az 1 gün.

22 Eylül 2010 Çarşamba

GUN 17

Ay cok sinirliyim. Oyle sinirliyim ki su anda okuldan yaziyorum aslinda su anda office hourum ama kimse yok. Yani varlardi hepsi gelmislerdi ama gittiler. Simdi ben bunlarin raporlarini notlandirip bunlara geri gonderdim ya dun, bugun hepsi siraya dizilmisler burdan neden kirdin surdan neden kirdin. Ulan turkiyede olacak bu ders oyle dandik raporlari vericeksiniz sinifin ortalamasi 50 cikar valla. Boyle teker teker puan kirdigim her yeri soruyorlar bundan neden kirdin sundan neden kirdin bi de ben zaten yazmisim 5 satir aciklama neden kirdigima dair. Puan ver diyolar yani. Ay nasil veriyim ama yanlis yani. Jason ile bu konuyu da konusmustum o da kir demisti. Amaa bi baktim iki dakika sonra bu benden yuz bulamayanlar Jason a gidiyorlar. Iste ben kotu TA im buralardan puan kirmisim bak diye. Jason da allah icin yanlis yapmissiniz filan dedi amaa dedi ki tamam duzeltin yollayin duzeltelim puaninizi. Duzeltelim dedigi tabi Irem duzeltsin. Ben zaten hic bir seye zaman bulamiyorum bir de zar zor okudugum raporlari bir daha mi okuyucam? Gercekten inanamiyorum ya. Ben kotu puan kiran TA im o yuzden simdi yeniden okuycam. Ya gercekten inanamiyorum. Hakkaten o raporlardan bazilari 10 bile alamazdi bogazicinde ben 60dan asagiya not vermedim. Cocuklardan biri “it was a very cool process” yazmis ya. Harbiden sen t.s.k mi geciyosun? Sonra gelmis puan ver. Neresine veriyim ya? Yarim saatte yazmissiniz neresine veriyim? Bi tanesi error hesaplamasinda hic error yok yazmis. Ne demek error yok ya, nasil error olmaz, mukemmel miyiz yani bu mudur? Bilgisayarlar robotlar bile her seyi hatali yapiyo ama senin guzel ellerin tamamen dogru yapmis oyle mi? Ama nolucak canim duzeltin tekrar tekrar ben okurum zaten siz istediginiz notu alana kadar!!! Valla su anda ders calisiyo olmam lazimdi, 20 sayfa okumam bekliyo ama sinirden hicbirsey yapamiyorum! S.cicam ya!

21 Eylül 2010 Salı

GÜN 16

Bugün dünyada şu ana kadar gördüğüm en güzel yaratık karşıma çıktı. Ama baştan anlatiyim.
Günüm baya sıradan bir gündü, derslere girdim, öğren dördümüz Mediterranean’a gittik, sonra yine dersler, ödevler vs. Ama bugün ders çıkışında Mügeyle Fusion diye bir ders var pilates, yoga karışımı oraya gittik. Güzeldi ama yine pestilimiz çıktı. Aslında her hafta gidebilsek biraz alışıcaz ama maalesef bazı haftalar, mesela geçen hafta, çok yoğun oluyoruz. Neyse fusion’dan çıktık, bisikletlerimizle, bisiklet yolundan eve dönüyorduk. Bu yolu da biraz tarif ediyim. Gidiş geliş, 2 şerit bir araba yolu yanında 2 bisiklet yan yana sığabilecek karar gidiş geliş bir bisiklet yolu. Diğer tarafında da orman var. Ama orman derken öyle iki ağaç bir bahçe değil baya orman. Neyse, bugün bisikletleri sürerken bir baktım yolun ilerisinde iki GEYİK YAVRUSU!!! Bisiklet yolunda duruyorlardı, sonra araba yolundan karşıya geçtiler ve Administrative Services binasına doğru ilerlediler. Herhalde maaş çeklerini alacaklar. Ama o seke seke yürüyüşleri, çitlerin üzerinden filan sıçrayışları.. Ya ne kadar güzel ve zarif olduklarını anlatamam. Heyecandan bisikletten düşecektim. Ah Bambi ah hepsi senin yüzünden..
Ama daha sonra bunun antitezi gibi, akşam evde iki tane kocaman böcek gördüm. :( Biri hamam böceğiydi ve inanın bana o güzel olandı. Hamam böceğini hemen öldürdüm spreyimle. İkinci böceği hemen koltuğumun yanında gördüm, sprey sıkınca içeri kaçtı. Ama sonra koltuğu çektim arkada bir böcek ölüsü vardı. O mu değil mi emin olamadım ama o olduğunu umut ediyorum. Ya görmeyip görmeyip aynı akşam iki böcek görmek nedir. Keşke Res burada olsa yaa!!! Ya da Gaye!!! Onlar benim böcek kahramanlarım. İnanılmaz bir cesaretleri var gerçekten hayranım. Eskiden evde kalırken ben ne zaman bir böcek görsem çığlık atıyordum, Gaye de elinde terliğiyle hemen odama! Canlarım ya.

20 Eylül 2010 Pazartesi

GÜN 15

Ay sabahtan beri not veriyorum çocuklara, bir rapor, 2 de ödev kontrol ettim, içim dışıma çıktı. Artık öğrencileri tanımayı geçtim, yazılarından filan tanıyorum.
Bugün süper bir yemek yaptım. Penne makarna, brokoli, ton balığı, yeşil zeytin, kekik karıştırıyorsun, biraz da zeytinyağı, çok leziz. :)
Uyumam lazım artık, kesin rüyamda 70ler 80ler görücem. Bakalım nelerden puan kırıcam.

19 Eylül 2010 Pazar

GÜN 14

Bugün Eli, Hatic ve Res bize yemeğe geldiler. Yani bize derken, annemlere demek istiyorum. Ben de tabi skype ile başlarındaydım. Ya annem süper yemekler yapmıştı bi de kızları ne kadar da çok özlemişim, onları görememiştim uzun zamandır. Bu kadar çok özlediğim insan bir arada olunca garip oldu. Bir de üstüne Tuğçeyle skypelaştım. Tam oldu yani, bugün çok duygusalım, dokunmasınlar..
Bunlar dışında bütün gün evdeydim, 505, 754, 760 ne varsa çalıştım. Biraz da grading yaptım. Verimli bir gün oldu yani.
Ya ama istediğim kadar kitap okuyamıyorum bir süredir. Okul işleriyle uğraşmaktan bir bakıyorum gece geç olmuş saat. Anca 15-20 dakika okuyabiliyorum.
Bir de futbol maçına gitme planım vardı. Sanırım fall breakte bir maç var, ona gidicez. Milleti ayartma çalışmalarına başlamam lazım. O zamana kadar bir yere gidemem zaten çünkü ödevler ve sınavlar sardı dört bir yanımı. Ama insanın sevdiği şeyi yapması çok güzel bir duygu ya. :)

18 Eylül 2010 Cumartesi

GÜN 13

Merhabalaar! Dün yazamadım çünkü zaten eve geç geldim, yastığa 6 inç kala da uyudum. :) Bir günde iki seminere katıldım, ikincisi başka bir kampüsteydi. Sonra akşam da Emine çağırmıştı ona gittik, kısır yapmışşş!!! Onu yedik. Ay çok mutlu oldum. Ben, iki Müge, Emine ve İlke’ydik. Bir ara Emine’nin ev arkadaşı da geldi. O da İran’lı bir kız. Çok şirin, Ebru Gündeş hayranıymış. “Sen Allah’ın bir lütfusun”u söyledi. :)
Bugün de Mügeyle alışverişe gittik Crabtree Valley Mall’a. Çok güzel alışveriş yaptıııkk! Gökçe ve Korhan da oradaydı ama sadece yemek yedik çünkü onlar ev eşyası bakıyorlardı, birlikte gezemedik. :( Eve geldiğimden beri de öğrencilerin laboratuar raporlarıyla uğraşıyorum. Bitsin istedim ama bitmedi yarına kaldı artık. Napalım. İyi geceler.

16 Eylül 2010 Perşembe

GÜN 11

Yarın cuma!! Normalde cumaları en yoğun olduğum gün ama bu hafta lab yok. Fabrika gezisi var öğrenciler için. Bunu öğrendiğimde hemen yanaştım Jason’a ve “ben gelmeseemm olur muuu, seminer var ona katılıcaam, aslinda isterdim amaa, bıkbıkbııık…” dedim. O da dedi ki tamam gelme. Olley, bu arada gerçekten bir seminer var yarın. Yani zaten her Cuma olan seminer dersimin yanı sıra, bir de “teaching assistant training”im var. Bu tarz bir düzine semine katıldım zaten geldiğimden beri. Genelde asistan olarak nasıl not vermeliyiz öğrencilere, nasıl davranmalıyız gibi konular işleniyor. Ben de bu seminerlerin hepsine gitmeye çalışıyorum çünkü gerçekten, bir gün, iyi bir hoca olmak istiyorum. Öğretmeyi sevmek yetmiyor, öğretebiliyor olmak da lazım.
Yani sonuç olarak yarın iki seminere katılıcam, onun dışında boşum. :) Akşam Emine’lere gideceğiz. Bize kısır yapacakmış!! Ay şimdiden çok heyecanlıyım, kısır ya! Bu arada aslında kısır yapmak çok kolay ben de yapiyim yakında.
Dün kereviz yemeği yaptım kendime. Ama kerevizin kendisinden değil, sapından. İtiraf ediyorum, pırasa sanarak almıştım. :) Ama baya lezzetli oldu ya. Soğan, domates, sarımsak, limon, kereviz koydum. Yarım saat pişirdim. Elime de sağlık.
Bu arada Res gececi olunca her gün uzun uzun konuşuyoruz, gerçekten çok mutluyum bu durumdan ötürü. :)

15 Eylül 2010 Çarşamba

GÜN 10

Evet ya farkındayım! Dün yazamadım.
Günlerdir ağlıyordum ya 505 ödevi diye, sen mi büyüksün ben mi diyordum, o büyükmüş ya. Bitirdi beni yani. Bir hafta uğraştım ama yine de dün gece, gece yarısına kadar bitiremedim. Gece yarısında da bitirdim sayılmaz, ispatlarımın bazıları çok zayıf, bazı örneklerim fos oldu ama artık elimden gelenin en iyisi bu dedim ve bugün teslim ettim ödevi. Yarına da 754 ödevi var ama onu hallettim. Sabah son rötuşları yapıp upload edicem.
Bugün önemi bir gün çünkü, üç ay sonra bugün uçağa binip İstanbul’a gidicem. :) Yani şu anda resmen üç aydan az kaldı gitmeme. İki ay sayılır yani. :) I am the queen of underestimation. :) Ay ne az kaldı, neler götürsem yanımda? :)))
Bu arada referandum filan olunca aklıma geldi, o zaman yazamamıştım. George Orwell – 1984. Efsane. Çok çok iyi. Yani benim gibi Kafkacı bir insanın bunu şu ana kadar okumadığına inanamıyorum. Bütün yönetimin “büyük birader” adı altında tek kurumda toplandığı bir distopyayı anlatıyor. Kafka’nın Dava’sı ile benzerlikler taşıyor. Yönetimi sorgulamaya kalkanların nasıl susturulduğu ve beyinlerinin yıkandığı, çok çarpıcı bir şekilde anlatılmış. İnsanlar partinin ve büyük biraderin felsefesini o kadar sorgulamadan benimsemişler ki bu felsefe kişisel özgürlükleri ve insanlar arası eşitlikleri açıkça ortadan kaldırdığı halde bu herkese son derece normal geliyor. Romanın yarattığı bu distopik gelecek, bir ülkenin iç işlerinden tek sorumlu olduğu zaman neler olacağını tokat gibi yüzümüze vuruyor. Özellikle bu dönemde, herkesin okuması gereken bir kitap.
Şu anda da Res'in kardeşi Memo'nun ağır baskısı üzerine Dune serisinin birinci kitabını okuyorum. Çok yavaş ilerliyorum ama. Bu ay iki kitap bitirme hedefime ulaşamıycam diye çok korkuyorum. Bu arada bugün normal evime gittim, daha tadilat çok başlamamış, bir aydan fazla sürebilir diye korkuyorum şimdi. Ya sürmesin ama fall breakte geri taşıniyim. Burası gayet güzel de evimi de özledim. :-/

13 Eylül 2010 Pazartesi

GÜN 8

Bugun İlkeciğimizin doğumgününü kutladık. :) Mitch’s e gittik yine. Cumartesi günkü yer.

Ya ben bu ödevleri yapamıyorum, moralim bozuk çok. Ne yapmam lazım? Demek ki yeterince çalışmadım henüz, daha çok çalışmam lazım. Yoksa böyle olmazdı, moral bozmak yok, daha çok çalışıcam. Ya bu hafta böyle çok sıkıştığım için böyle oldu. Yetişecek geçecek. Blog yazmak için daha çok zamanım olan günler de gelicek.

12 Eylül 2010 Pazar

GÜN 7

Olsun, olsun, dünya ikincisi olmak da gayet iyi. Hem yenildiğimiz takım ABD, yani şimdi pozitif ayrımcılık yapmak istemiyorum ama adamlar baskette iyi. Adamların üç sayılık vuruşları kural olarak bizimkinden 1 metre geriden ya. Yani bu oyunlar onlara biraz rahat geliyor. Bir de hepsi siyah; genlerinde var basket yani, iriler, hızlılar. Olur yani o kadar, aferin bizim 12 dev adama. Bu arada, bizim bildiğimiz kırk yıllık Hidayet Türkoğlu, ABDde: Haydo Turkolo olarak biliniyor. Koskoca adamı Japon çizgi film kahramanına çevirmişler. :)
Neyse sonuç olarak bugünün asıl moral bozucu kısmı burası değildi. Yani gerçekten ben inanamıyorum bu millete ya. Nedir yani ne istiyorlar gerçekten çözebilmiş değilim, ya yorum bile yapasım yok valla. Koyunlar.
Neyse yani Türkiyeden haberler dışında burada da durumlar pek parlak değil, bu sabah, Mügeyle 505 ödevinden bir soru üzerinde abartmıyorum, 3 saat çalıştık. 3 saat ya. ÖSS süresi kadar. Tek soru. Ve hala net bir cevabımız yok, sadece birkaç fikrimiz ve içi dışına çıkmış beyinlerimiz var. Ama diğer sorularda biraz ilerleme kaydettik. Umarım yarın bitiririz. Bir de daha başlanmamış 754 ödevi kuzu gibi bana bakıyor.
Amaa bugün olan güzel bir şey varsa o da şu ki, biletimi aldım. Gerçi aralıkta yani daha çok zaman var ama olsun, alındı, orada, artik sadece sayılı gün var o da zaten çabuk geçer. Buraya geleli bir buçuk ay oldu neredeyse, göz açıp kapayıncaya kadar geçti. (Nasıl yalan :( )

GÜN 6

Kazandııık!!! Türkiye Dünya Basketbol Şampiyonasında ABD ile final oynayacak!! Ay çok heyecanlıyım. :)
Bugün sabahtan kütüphaneye gittik. Haftaya aldığım üç dersin de ödevi var. Yani uyumasam yemesem de ödev yapsam anca yetişir gibi duruyor. Bir de 505 inki inanılmaazzz zor. Biz de, klasik dörtlü, sabah kütüphanede buluştuk. Ayrı çalıştık ama herkes sonuçta 505e baktı. Sonuç: yapamıyoruz. Sonra saat 14:00 olunca, Erinc, İlke, Müge (diğer Müge) ve Hakan’la buluşup oradaki bir sports bar a gittik ve yarı final maçını izledik. Süperdi ama acayip heyecanlıydı. Yarın da finali izliycez aynı yerde.
Maç sonrası eve geldim, çamaşır ve alışveriş yaptım. Şimdi acayip yorgunum. Umarım yarın yine yazıma bugünküne benzer şekilde başlarım. Tabi yarın bir de referandum var Türkiye’de. Benim de 505 ödevini bitirmem lazım. Önemli gün yarın.

10 Eylül 2010 Cuma

GÜN 5

Her Cuma programım aynı. Sabah 11 buçukta seminer dersim var. Her hafta değişik konuşmacılar geliyorlar, araştırmalarından, doktora tezimizi nasıl yapmamız gerektiğinden ve daha değişik değişik, yararlı konulardan konuşuyorlar. Bu dersi alıyorum ama notu yok, pass/fail olarak geçiyor. Seminer 12 buçukta bitiyor ve sonra 216nın laboratuarı var. Hatırlatiyim bu asistanlığını yaptığım ders. Sınıf 25 kişi, 3/4er kişilik gruplar oluşturdular dönem başında ve labları hep bu şekilde yapıyorlar. Ayrıca, sıkışıklık olmaması için, 4 grup 12:30 da, 4 grup 14:00 de geliyor. Dolayısıyla benim işim 16:00-16:30 gibi bitmiş oluyor. Bugün lab bittikten sonra, Jason (dersin hocası) önümüzdeki hafta yapılacak olan labın üzerinden geçelim dedi. O anda çok yorgundum ama sanırım bunu anlamış olacak hemen gitti kahve aldı geldi bize. :) Kahveyi içtim ve kendime geldim. Önümüzdeki haftanın labını da yaptık birlikte. Yani sonuç olarak ben labdan 18:30da çıktım yani tam altı saat orada kalmış oldum. İşin garip yanı ne kadar aşırı yorgun olsam da, öğrencilere bir şeyler yaptırmayı, bana bir şeyler sormalarını, onlara bir şeyler öğretmeyi çok çok çok seviyorum. Ayrıca, ne kadar üretim dalında olmasam da bu laboratuarlarda yaptıklarımız gerçekten çok zevkli. Bu yüzden itiraf etmeliyim, yorulmuş ve aç kalmış olsam da hiç şikayetçi değilim halimden. :)
Neyse, sonuçta saat 18:30 gibi yeniden açık havaya çıkabildim. Şimdi durumu düşünün:
1) Cuma akşamı
2) Çok yorgunsunuz
3) Zaten neredeyse akşam olmuş
4) Çok açsınız
5) Cuma akşamı
Ve son olarak,
6) Cuma akşamı :)
Dolayısıyla, hiç eve kapanasım yoktu. Mügeyle konuştuk ve dışarı çıkalım dedik. Aslında ilk planımız bar gibi bir yerlere gidip içmekti ama o bugün dişine kanal tedavisi yaptırdığı için hala ağrı kesicilerin etkisinde. Bu yüzden, İlke’ye de haber verdik, evimizin yakınlarında (biz üçümüz aynı apartman kompleksinde yaşıyoruz) Greek Fiesta diye bir Yunan restoranına gidip yemek yedik sonra da baya uzun oturup muhabbet ettik. Amerikanın yemek açısından güzel yanı, her yerde içecek sınırsız, o yüzden biz de kendi barını kendin yarat şeklinde saatlerce oturduk. :) Bu arada Greek Fiesta dediğime bakmayın, en son gittiğimizde Sardar Ortaçın benim hayatımda duymadığım bir şarkısını çalıyordu. Greek mreek ama benden türk çıktılar yani.

9 Eylül 2010 Perşembe

GÜN 4

Kınaya da gittim halay da çektim!
Dün bahsetmiştim, bugun Zuzu’nun kina gecesi vardi ve ben de 754 dersimin mucizevi bir şekilde iptal olması sonucu oraya bağlanabilecektim. Nitekim, dersten çıktım, tabi ki de Mediteranean’da yemek yedik, bu sefer Erinc’i de aldik. Sonra kütüphaneye gittim, bir köşeye çömdüm ve laptopumdan açtım skype ı. Annemler de bilgisayarlarını götürmüşlerdi kına gecesine. Dolayısıyla herkesi gördüm, Zuzum çok güzel olmuştu. Zuzumla karşılıklı oynadık. Tufan Zuzu ben fotograf bile çekildik. Sonra düğünü kameraya çeken adam beni de kameraya çekti, ben de konuştum. Ay çok komikti ya, ben oynarken çevremdeki insanların nasıl baktığını anlatamam. Kimse İrem kınaya gelmedi diyemez yani. Ama düğünü kesin kaçırıyorum yarın, o saatte lab asistanlığı görevim var. :(
Dün gece yazımı yazdım, saat 8 buçuk gibiydi, ondan sonra direk uyudum. Yani o kadar uyku bastırdı ki, kendimi yatağa zor attım diyebilirim. Ve tam olarak sabah 8e kadar uyumuşum: 11 SAAT! Sanki işim gücüm yok gibi. Galiba bu taşınma filan yüzünden baya yorgunluk birikmiş üzerimde. O yorgunluğu attım üzerimden.
Bu hafta “Tembellik yapmıycam” kuralıma pek uyamadığımı hissediyorum. Hiçbir şeyi yetiştiremedim, o yüzden kendime kızıyorum. Bahanelerden nefret ediyorum; duymaktan da söylemekten de. Bu taşınma telaşı yüzünden oldu herhalde böyle ama bu kadar olmamalıydı. Kızıyorum kendime. Hafta sonu her şeyi yetiştiricem ve önümüzdeki hafta yeniden düzene girmiş olacak bütün programım.
Türkiye, Dünya Basket Şampiyonasında yarı finale çıktı. Maç cumartesi burada öğlen. Biz de hep beraber bir sports bar’a gidip izleyeceğiz. Ama, eğer finali ABD ile oynarsak, ve yenersek, işte o zaman cümbüşü görün. :)
Tabi bi de iyi bayramlar. :)

8 Eylül 2010 Çarşamba

GÜN 3

Merhabalar. Res bu hafta tatilde o yüzden onunla görüşemiyorum. Hatiç’im ve Eli’mle gorusmek istiyorum ama onlar da ben okuldan eve geldiğimde uyumus oluyorlar – 7 saat fark olunca. Annemler de nedense kayiplar bu aralar. Tuğçe’mle bi türlü ayarlayamadık, kendisi bir günde 25 iş yaptığı için. Yani anlayacağınız baya sessiz bir hafta geçiriyorum. Ben de yeni evime alışıp taşınma yorgunluğunu atmaya çalışıyorum.
Bu arada çok ilginç ve ironik bir durum var. 1 senedir Hatiç Almanyada Eli Hollandadaydı. Ve üçümüz sadece bir kere İstanbul'da olabildik. Bunun dışında da bir kere Amsterdam'da buluştuk. Ama şimdi ikisi de İstanbul'dalar. Bu sefer de ben yokum. İnsanın arkadaşlarıyla aynı yerde yaşaması çoğu kişiye olağan gelir ama ben öğrendim ki bu bir lüksmüş arkadaşlar, lüks.
Bugün 505 dersinden sonra asistanlığını yaptığım ders olan ISE 216 nın laboratuarına gittim, bu hafta öğrencilere “rapid tooling” öğretiyoruz, özetle “kendi kalıbını kendin yap!”. Kalıp sıvısını hazırladım, vacuum yaptım, sonra çocuklar gelip kalıplarını yaptılar. Daha sonra da ofis saatim vardı. Ofis saatim genelde şöyle geçiyor. 1-2 öğrenci gelip bir şeyler soruyorlar, onun dışında biz asistanlar odasında, klasik dörtlü, ben, Müge, Gökçe, Korhan, ödevlerimizi tartişiyoruz. Her hafta tartışacak bir ödevimiz oldu ilk haftadan beri. :) Neyse bugün şöyle bir şey oldu. 216 öğrencilerinin bugüne bir ödevleri var, ben de ödeve önceden baktım. Layer error ve width error diye bir seyler hesaplamaları gerekiyor. Ben de bunların tek katman kalınlığı ve toplam kalınlıktaki hatalar olduğunu düşünüyordum. Nitekim soran öğrencilere böyle anlattım. Ama şimdi fark ettim ki çok da emin değilim, Jason’a sormam gerekirdi (dersin hocası). Bir daha ödevleri iyice anlıycam, sorucam, bilicem.
Yarın öğleden sonraki 754 dersimiz yokmuş. Ama hoca dersi kameraya anlatıp web sitesine yükleyecekmiş. Teknolojiye geel! Ben de yarın gelebilirsem erken gelmek istiyorum. Yarın akşam Zuzu’nun kınası var. Belki yetişebilirsem beni laptopla kınaya götürürler. Ben de oturduğum yerden halay çekerim. :)

7 Eylül 2010 Salı

GÜN 2

Bugün yine taşındım!..
Sabah koşusu artik mazide kaldı, yeni trend, sabahları kalkmak ve bir evden başka bir eve taşınmak.
Şaka bir yana, dün gece bahsettiğim çocuk gürültüsü vardı ya, hiç azalmadı ve arttıkça arttı, gerçekten, nasıl bu kadar gürültü yapılabilir çok merak ediyorum, çocuklar aynı anda hem top oynayıp hem zıplayıp hem bağırıyorlardı ve bunu saatlerce yaptılar. Gece gürültüden hiç uyuyamadım. Diyeceksiniz ki çocuklar uyumadı mı, hayır çocuklar 11 gibi uyudular, ondan sonraaa… Kısaca çok hareketli bir geceydi. Sabah da 6da yine kapı çarpışları ve bağırışlarla uyandım. Dedim ki: Bugün buradan taşınıyorum.
Kaldığım ev kompleksinin ofisi 8de açılıyor, 8e çeyrek kala ordaydım. İlgilenen kadın da gelmişti, içeri fırtına gibi daldım ve anlattıkça anlattım. Bu arada sinirli olduğumda İngilizcem sular seller gibi oluyormuş onu da öğrendim. Neyse kadın hemen bana yeni bir dairenin anahtarını verdi, bu sefer 1. kattayım ama daire çok daha yeni, plazma tv’m var. :) Sonuçta sabah derse gitmeden önce eşyalarımı buraya taşıdım. İnsan deneyimden öğreniyor, bu sefer bir market arabası buldum ve eşyalarımı onunla taşıdım. Görmeniz lazımdı, bütün eşyalarını o arabalarda taşıyan homeless lar gibiydim. Çantalar, kitaplar, ayakkabılar, tencere içinde bamya yemeğim. Ne oldum demiycen.
Yeni evimde de internetim çalışmıyordu. İlk aklıma gelen,bugün blog yükleyemiycem, daha ilk günden s..tım!!! oldu. Hemen ofise gittim, kadın ilgilenicem dedi ama suratı şöyle diyordu: İL-Gi-LEN-MİY-CEM. Napalım dedim ve dersime yetişmek için bisikletime atladım. Salı ve Perşembe günleri 760 ve 754, pazartesi ve perşembeleri 505 dersim var. Bugun Salı olduğu için günüme sevgili Julie hocamla başladım. Kadın mükemmel! İdolüm. Buraya gelene kadar stokastik yöntemleri sevmediğimi sanıyordum, meğersem sevmediğim ders değilmiş. Bunu anlamak beni o kadar mutlu etti ki anlatamam. Artık her derse mutlu gidiyorum.
Öğle yemeğimizi Müge, Gökçe, Korhan ve ben, favori lokantamız olan Mediterranean’da yedik. Lübnan yemeği “zaki” yeni favorim. Öğleden sonra lojistik mühendisliği dersine de girdikten sonra eve döndüm ve süpriizzz!!! Tabii ki de internetim yapılmamış. Bir hışım (ki ne hışım) ofise gittim, dediler ki benim internet servisini aramam gerekiyormuş, bu anda resmen koca kadını azarladım. Şu anda biraz utanıyorum bu yüzden. Neyse aklıma eski dairemdeki modemi almak geldi. Geldim internet servisini aradım, telefondaki sevindirik insan, Edward, maalesef yardım edemedi. Ben de umutsuzca eski modemimi taktım ve çalıştı!!! Meğer tek sorun modemmiş. :)
Bu günü de böylece atlatmış olduk. Şimdi biraz ders çalışiyim yoksa 5. kuralı çiğnemiş olacağım. Yarın taşınmamayı umuyorum, pilatesin suyu mu çıktı?

6 Eylül 2010 Pazartesi

GÜN 1

Amerika’dan ilk yazım… Bir ay oldu aslında geleli ama bir türlü şöyle oturup bir şeyler yazamadım. Ne kadar meşgul olunabilirse oralardayım çünkü. Geldim, yerleştim, okulum başladı, artık doktora öğrencisiyim!! Hihu!!
Res İstanbul’da… Zaman olarak, mekan olarak çok uzakta. 2 kelime: Çok zor. Burada bizim gibi olan bir arkadaş daha var, onun da nişanlısı İzmir’de. Birinin “Biliyorum çok zor” demesi bile insana iyi geliyor bazen, sanki biraz paylaşılmış oluyor.
Amerika çok güzel. Benim yaşadığım şehir Raleigh, Kuzey Karolina. Gerçekten, yaşaması çok rahat, sıcak, yeşil, güzel bir şehir. Okul çok büyük. Bunları zamanla anlatırım zaten. Zaten Amerikan kültürünün o kadar içindeyiz ki insana her şey tanıdık geliyor. Ama ben yine de bir liste yaptım:

Yeni başlayanlar için Amerika:
1) Bir kişinin 4 feet yakınına yaklaştığınızda “excuse me” diyin.
2) Metre veya gram kelimelerini kullanmayın, İngilizce gözükebilirler ama aslında değiller.
3) Bir kasiyer size “Büyük boy mu olsun küçük mü?” derse her zaman küçüğü seçin, büyük ihtimalle yeterince büyük olacaktır.
4) Her ortamda; okulda, sokakta, barda, alışverişte, her gördüğünüze ilk “how u doin?” diye soran siz olun.
5) Basitleştirin.
6) Teşekküre onaylayarak cevap verin. Yani şöyle:
- Thank you.
- Hı hı! (Evet teşekkür etmekte haklısın. :) )

1 ay önce taşındım, ama bugün yeniden taşındım. Şöyle ki, evime yangın önlemek için su püskürtme sistemi döşenmesi gerekiyormuş. E be, 1 ay önce yapsaydınız ya!! Neyse, beni 1 aylığına yeni bir eve aldılar. Bugün eşyalarımı taşıdım. Aynı blokta değil yeni ev, biraz da uzak o yüzden zor oldu biraz ama neyse kotardım. Şimdi ben zaten yeni yerlere zor alışırım bir de tam alışmışken düzenim bozulursa çok moralim bozulabiliyor. Ben de bunu önlemek için bu 1 ayım için kendime meydan okuyorum ve diyorum ki:

Bu 1 ay boyunca her gün bloguma yazı yazıcam.
Ay sonunda en az iki kitap bitirmiş olucam.
Ay sonunda en az bir maça gitmiş olucam.
Ay sonunda ehliyet almış olucam.
Tembellik yapmıycam!

Evet şimdi bir de önümüzdeki ayda olacak olan önemli olaylara bakalım:

22.09.2010 : Learning Styles Seminar
24.09.2010 - ISE 216 Test 1: Bu asistanlığını yaptığım ders. Derste notlandırılabilecek her şeyi ben notlandiriyorum, final dahil! Dolayısıyla bu sınavdan sonra okuyacak çiçek gibi 25 kağıt olacak elimde.
30.09.2010 – ISE 760 Quiz 1: Applied Stochastic Models. Quiz dediğine bakmayın, baya midterm.
04.10.2010 : Seminar: Teaching Philosophy Peer Review
06.10.2010 – ISE 505 Test 1: Linear Programming. Baba ders!!!!
07.10.2010 – 10.10.2010 : Fall Break. 4 günlük tatil. 1 ay dolmuş olacak ve umarım bu tatilde evime geri taşınacağım. J

Yan komşumda sanırım 50 çocuk filan var, sanki salonumun ortasında seksek ve yakar topu aynı anda oynuyorlarmış gibi bir gürültü var. Umarım her akşam böyle olmaz, yoksa bu ay gerçekten çok eğlenceli geçecek.
Yarın görüşürüz. :)

1 Haziran 2010 Salı

Pan'ın Labirenti

Hayal gücü ile gerçeğin bu kadar birbirlerinden ayırt edilemez olduğu başka bir film izlemedim. Hepimizin hayatında peri maslarının ayrı bir yeri vardır. Biz zamanlar çok önemli olmuş, hatta çoğumuz için gerçeğin ta kendisi olmuştur. Benim için de öyle. Ama ne zaman ki gerçekle hayalin arasındaki ayrımı yapmaya başlarız, gerçekler daha önemli olmaya başlar birdenbire ve o yarattığımız, bir ait olan gerçekdışılığı bulamayacağımız bir yerlere gömeriz. Pan’ın Labirenti’nde, bu dönemeci daha yaşamamış olan bir kız, Ophelia gözünden onun gerçekdışılığını izliyoruz ve kendi gerçekliğimiz unutuyoruz.
Filmi ilk izlediğimde kafamı kurcalayan bir soru vardı. Yönetmen bize bunların gerçek olduğu ya da olmadığı konusunda hiçbir ipucu vermiyor. Yani Ophelia’nın yaşadıkları tamamen kızın hayalgücü mü? Öyleyse adamotu denilen bitkiyi nereden buluyor? Ya da kız bunları gerçekten yaşıyor mu? Öyleyse filmin sonlarında yüzbaşı Ophelia’nın yanındaki Pan’i nasıl görmüyor? Yani bu fantastik bir film mi? Yoksa dram mı? Sanırım filmin başarısı ikisi birden olmasında. Filmin yönetmeni, Guillermo Del Toro’nun bir konuşmasını izledim bu konuyla ilgili. Filmde olanların hepsi, Ophelia’nın hayal gücü. Şöyle ki, filmde 2. görevin bekçisi olan soluk yüzlü adamı yönetmen ilk önce robot gibi tasarlamış. Ancak daha sonra, bunun Ophelia’nın hayal gücüne uygun olmadığını düşünerek şu anki haline dönüştürmüş.
Filmde birçok dini gönderme olduğunu da düşünüyorum. Bunlardan bence en önemlisi yine Ophelia’nın ikinci göreviyle ilgili. Bu görevi soluk yüzlü adamın bulunduğu yere gitmek, oradaki kapılardan birini seçip içindeki anahtarı almak, masanın üstündeki yemeklerin hiçbirine dokunmadan da geri dönmek. Yönetmenin Hıristiyan olduğunu düşünerek buradan yola çıkacağım. Hıristiyanlığa göre Adem ve Havva yaratıldıklarında, Cennet Bahçesinde her şeye sahipler, sadece yasak meyvayı yememeleri gerekiyor, eğer yerlerse, ölümsüzlüklerini kaybedecekler. Şeytan, yılan kılığında Havva’yı kandırıyor ve yasak meyvadan yemesini sağlıyor. Adem de Havvanın isteğiyle meyvadan yiyor ve artık ikisi de ölümlüler. Sonuç olarak ikisi de özgür iradelerini kullanıyorlar ancak sonuç kötü oluyor ve bu günah henüz dünyaya gelmemiş olan bütün insanlara aktarılıyor. Filme dönersek, anahtarı aldıktan sonra Ophelia da aynı şeilde dayanamayıp yasak meyvadan yiyor ve görevini başarıyla yerine getirememiş oluyor. Bu nedenle, yeniden prenses ve ölümsüz olma şansını da kaybediyor. Ayrıca annesinin ölmesine yol açıyor ve henüz dünyaya gelmemiş kardeşi hiçbir suçu olmamasına rağmen bunun acısını çekiyor. Film boyunca, karakterlerin özgür iradelerine göre hareket etmeleri en çok işlenen temalardan biri. Mesela Ophelia sadece kötü olduğuna inandığı şeylere karşı değil, her konuda kendi içinden gelen neyse onu yapıyor; periler ona orta kapıyı açmasını söylediği halde, o içinden geçen kapıyı açıyor, haklı da oluyor. Doktorun ve Mercedes’in de benzer şekilde davrandıklarını görüyoruz. Ancak bunlara zıt olarak, Ophelia’nın annesi, Carmen, hiçbir zaman iradesini kullanmıyor. Başka bir dini göndermenin de film boyunca sürekli dikkatimizi seçen üçlemeler olduğunu düşünüyorum: Ophelia’nın üç görevi, üç ana kadın karakter, üç peri, üç taht.
Ayrıca filmin en güzel yanlarından biri de Ophelia’nın kız olmaktan kadın olmaya doğru ilerlemesi. Omuzundaki ay izi de bize bunu çağrıştırıyor. Mitolojik inanca göre ay kadının simgesidir güneş de erkeğin. Çünkü kadın değişkendir, her gün başka gözükür, güneş ise durağandır. Bu değişimi Ophelia üzerinde film boyunca görüyoruz. Prenses olmayı çok istemesine rağmen, filmin sonunda kardeşinin bir damla kanının akıtılmasına razı olmuyor ve bu isteğinden vazgeçiyor. Yine iradesini kullanıyor ama bu sefer iradesine mantığı şekil veriyor, yani büyüyor.
Çok etkilendim, çok düşündüm. Kesinlikle Guillermo Del Toro’nun hayal gücüne hayran kaldım. Çok uzun çalışma, çok fazla emek var. İzlemediyseniz hemen izleyin, dünyaya bakışınız değişecek ve “sadece bakanların görebileceği şeyleri fark edeceksiniz”.

7 Mayıs 2010 Cuma

TERSLİKLER, ZITLIKLAR, YANILGILAR

“Tersten kalkma” denen olayın bilimsel açıklamasını bulmak istiyorum. Çünkü var. Yani bilimsel açıklamayı bilmem ama böyle bir şey var. Bu sabah uyandığım anda fark ettim ki üzerimde acayip bir gerginlik, dedim ki kendi kendime, “Neden bu kadar negatifsin, böyle devam edersen kötü bir şeyler olacak!” Ve oldu da. Önemli bir şeyi kaybettiğimi fark ettim. Nerde kaybettiğimi de biliyorum. Aslında çok fazla önemli değil, yenisi bulunabilir, ama zaten negatifim ya, ona taktım kafayı şimdi. Daha uyanalı yarım saat oldu ama fark ettim ki bunu yazmazsam bugün planladığım hiç bir şeyi hakkıyla yapamayacağım. Hep aklımda o kaybettiğim şey olacak, ve onun siniriyle daha da kötü şeyler gelecek başıma.
Bu aralar Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz serisini okuyorum. Şu anda üçüncü kitaptayım, toplam beş kitap. Çok ilginç bir seri. Yüzüklerin Efendisi’ni bir kenara koyarsak, ilk defa okuduğum fantastik tarzda bir romanda hikayeden çok yazılım tarzı dikkatimi çekiyor. Baştan söylemeliyim, Yerdeniz’in hikayesi çok sürükleyici değil, her an sonra ne olacak merak etmiyorsunuz. Ama ayrıntılar çok etkileyici, tasvirler çok canlı. Okurken çok zevk alıyorum.
Bu dönem seçmeli ders olarak 17. Yüzyıl İngiliz dili ve edebiyatı alıyorum. Midterm olmak yerine bir paper istedi hoca bizden. 17. Yüzyılda yaşamış iki şairi, istediğimiz yazım şeklini kullanarak karşılaştırmamızı istedi. Ben de tarihte hayatını sürdürmek için çalışmış ve para kazanmış ilk ünlü kadın olan Aphra Behn ve zamanının en koyu püritanistlerinden Andrew Marvell’i karşılaştırdım. Yani tamamen zıt iki insanı anlattım. Aphra Behn’in ağzından yazdım, sanki Andrew Marvell ile mektuplaşıyorlar gibi. Sonuçta paper’dan gerçekten yüksek bir not aldım. Hocanın yanına gittim, ne düşündüğünü öğrenmek için. Bir mühendislik öğrencisinden böyle bir kağıt okumak onu şok etmiş, böyle söyledi. Sizinle, yazdığımı burada paylaşmak istiyorum ve eğer zaman bulursanız yazıda geçen eserleri okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

MEETING AT ETERNITY
Although it has been more than ten years, I very well remember when his first letter came. I remember it so clearly because it was the time that I had already fallen and started to rise again. I had seen colonial life, had become ‘Behn’, lost my husband, had become ‘Astrea’ in my espionage duty, had almost drowned in dept, been in prison and been released. It was the very time I understood that my survival depended upon my pen. We had lived through many; the war, many theories of politics, many beliefs of religion, nature’s disasters… We had seen the power of the king and we had seen the power of the parliament. We had seen both lose power. We had seen Cromwell and the dark period for theatres, the banning of the newspapers and reading of all letters by postal authorities without permission. Although, when his first letter came, more than ten years had passed from those times, I always thought that it was the reason why my correspondent never revealed his true identity. Now that I know who he is, I come to think maybe this was not the reason. Maybe he thought that I would refuse to send him letters if I knew who he was; maybe he was right.
First he started sending me the poems he wrote and then we started discussing our literature. He was honest, from the beginning he told me that he was writing under a false identity and if I went to the address on the letters to find him, all I’d find would be a post box. So I decided to accept it the way it is: an intellectual relationship with a friend who has no voice but only a pen.
The subject which we mostly argued about was our ways of understanding love. It was after ‘The Dutch Lover’ was performed that he sent me the letter part of which I give in his own words:
“I had the chance to watch your latest play, The Dutch Lover last week; I am very affected by it. However, I must say that while watching the maidservant singing “The Willing Mistress”, I felt like you are answering my “To His Coy Mistress”. I don’t think such calmness is possible for a lady who wishes to mate with her lover. I understand that our patriarchal society is pushing the women to remain silent about their desires and not “return the same” to the man’s kisses since men can do anything for their wishes; we even saw a king being executed. However, in that song, I felt unrealistically calm. I believe that love cannot be found on the object of love but rather on the way to reach that object. It’s the tension between the two sides that keeps the spirit of love. Do you remember my poem “The Definition of Love”? The lovers are like the parallel lines that cannot physically touch but can only touch at eternity which is something we can only imagine. This is actually the way to keep love perfect. You can understand this idea more clearly if you consider the name of the poem along with the last two lines. It is “the” definition of love, there is no other definition and it also involves the meaning of limitations of love. The limitations lie in that the two poles cannot physically meet, it remains an idea; it is both union and opposition: Conjunction of the mind, and opposition of the stars”.
I answered him saying that he was right in that the women are supposed to be ‘coy’ rather than ‘willing’ according to the common sense which is mostly created by men. In writing ‘The Willing Mistress’ from the female narrative voice I meant to show the repressed feelings of a woman against love. However, we must understand that those are just the woman’s feelings; we don’t know what the man thinks about the situation as the last line says “Who can guess the rest?”. I told him that love’s war-like nature is a men-originated feature. These thoughts inspired me to start writing the play Abdelazer and I started with a song “Love Armed”. In the song I emphasized that the common point of a man and a woman is that they are both shaped by love and in a recursive sense, they also shape their love. For a man, it means pride, fury and power; for a woman the desire leading to ‘sighs and tears’. This men - created notion of sexual love kingdom ruled by the male usually collapses when the women don’t act their parts accordingly. That discussion led me to write ‘The Disappointment’ some years later. If ‘The Willing Mistress’ was not a complete answer to his ‘to His Coy Mistress’, I think ‘The Disappointment’ was. His poem was of the man reminding the lady that she will lose her beauty when her life ends soon and commit a crime by rejecting him; my answer was that the enemy is actually the man whose life depended on the “coyness” of the lady, when she becomes willing, no lifetime is left for his love. In his poem he used the colour red to symbolize the sexuality of the woman but I believe it must have been the red symbolizing the blushing which makes her attractive. Also, in his poem he isn’t trying to persuade the lady with compliments but he’s threatening her as comparing the bed and the grave; both private places but in the grave “none I think do there embrace”; however, he’s not sure of that, he only thinks so. As I answered in ‘The Disappointment’; love can exist in the bed only when the lady is opposing, when she is showing her love, she ends up “leaving him fainting on the gloomy bed”.
When I wrote to him stating these opinions, he told me that the perfect harmony between the woman and man is not possible, it can only be established in eternity and he gave an example from my work; like Oroonoko and Imoinda can only unite after death. He sent me his poem “The Garden” and said that our bodies are only our confinements, when our souls leave our body, the transience of life will end and we will again find our origin of perfection. He also stated that the main character in his poem isn’t himself otherwise it would be “To My Coy Mistress”. After this letter, I answered this time objecting to the absence of the woman in ‘The Garden’, however I didn’t receive any reply. I never heard of him for five years until last week when I heard that the unpublished works of Andrew Marvell are published. When I bought the book I was faced with the poems of my unidentified correspondent.
Considering politics, religion, ideologies, life styles, education; these were the times that we faced many oppositions. Mr. Marvell and I were on the opposite sides in all of those areas however we only discussed ‘love’ and even those discussions took our many years. After all, I understand that love is a battlefield; not only sexually but also intellectually and can even exist between a man and a woman who, physically, haven’t even met at all and can only meet at eternity.

14 Nisan 2010 Çarşamba

DüŞ'ün

Cogito, ergo sum. Düşünüyorum öyleyse varım. Peki kaçımız gerçekten düşünüyoruz? Düşünmekten kastımız ne öncelikle? İşyerlerimizde Excel dosyalarımızdaki rakamlar, satış değerlerindeki artışlar ve azalışlar, fabrikamızdaki verimlilik oranları, öğrencilerimizin sınav soruları, hastalarımıza en iyi gelecek olan ilaçlar… Benim düşünmekten kastım bunların hiçbiri değil. Benim kastım gerçekten neden burada olduğumuzu sorgulamak, neler yaptığımızı, neler istediğimizi. Vanti’de de Ali İhsancığım bunu sorguluyor, hem de “tok tok tok” diye beyninize vura vura.
Ali İhsan bölüm arkadaşım ve ilk tanıştığım günden beri (5 sene olmuş) tiyatroyla uğraşıyor, tabi öncesi de var. Daha önceki oyunlarına gitme fırsatım olamamıştı, çok sevdiğim ve çok yakın bir arkadaşım olmasına rağmen hep bir terslik çıkmıştı. Bu sefer, hele de tek kişilik bir oyun üzerinde çalıştığını bana ilk söylediğinde, ne olursa olsun prömiyer gününde gitmeye karar verdim.
Oyunun adı “Vanti”. Kulağa sofistike bir isimmiş gibi geliyor, Vanti. Hamlet gibi, ya da Siddharta… Biraz daha güncel bakarsak Starbucks’ta içtiğimiz en büyük boy kahve, venti. Ya da V-anti. Ama oyunun isminin bunların hiçbiriyle alakası yok. Vantilatör’den geliyor isim. Ana karakter oyun boyunca bir vantilatörle konuşuyor, onu düşünerek döndürüp döndüremeyeceğini sorguluyor. Çünkü her şey dönmek aslında. Başkasına bakıp, onu gerçekten görebilmek, bunu yaptıktan sonra onun gözlerinden kendine bakabilmek, kendine dönebilmek. Bunu düşünerek yapabilmek… Size oyundan bir kesit vermek istiyorum:
"Şimdi beyler,
Sinema daha imkânlı, ama tiyatronun da oturmuş bi dili, geleneği, bi biçimi ne bilim, bi bişiyi var. Ama sinema da yani kadrajlar falan daha imkânlı ya, sahneyi bildiğin döndürüyorsun yani, böyle sağdan sola ya da soldan sağa, ne bilim. Böyle sanki ben sahnede duruyorum, kıpırdamıyorum da kafamın içinde neler neler oluyo. Ama işte tiyatro da böyle canlı, kanlı, anlamlı, hemen hop şimdi burada oldu bitti falan filan ne bilim… Bilmiyorum beyler, yani böyle bir sorunsala mala gerek var mı bilmiyorum, yani benim bir hikâyem olsun yeter ya, bi hikaye, ayırt etmiyorum yoksa ben, bir arada olur yani bence, çok düşünmüyorum da zaten. Yani düşünmüyorum derken bunları düşünmüyorum, yoksa düşünüyorum canım tabi ki, yanlış anlamayın, hep düşünüyorum, bi tek onu, vantiyi, döner mi dönmez mi, döner ya, başka ne düşünebilirim ki zaten, ben kral değilim ki ne istesem olsun, başka ne düşünebilirim yani, bi tek o var, ben kral değilim ki bin çeşit hikayem olsun, ben istemez miydim olsun, ama karanlığın içinde bi tek o var işte ve bi döndü mü… bi döndü mü… döndü mü… döndü mü… döndü mü… döndü mü… dıdıdıdıdıt dıdıdıdıdıt dıdıdıdıdıt…"
Oyuna Tuğçeciğimle buluşup gittik. Öğleden sora buluşup oyuna kadar da hasret giderdik. O gün konuştuklarımızın sahneye konmuş halini izledik sonrasında da. Sanki her şey planlanmış gibi. Sanki bizim birlikte oyuna gitmemiz, gitmeden önce oyunun ana temaları çevresinde saatlerce konuşmamız, ikimizin de bazı şeyleri “düşünmeye” başlamamızın tam bu oyuna gideceğimiz dönemde olması bir tesadüf değil de belirli sanki. Böyle olunca, kendime sormadan edemiyorum yoksa bunlar her zaman oradaydı da biz mi göremiyorduk? Oyunun bir yerinde, hatırladığım kadarıyla, şöyle bir monolog var: “Karanlıkta bir hikayen olamaz, orada karanlık vardır çünkü sadece. Bakın ne görüyorsunuz, sadece karanlık.” Düşünmeyen insan karanlıktadır. Ama gözleri alışmıştır karanlığa, çevresinde olanları bir yana koyalım, kendi içinde olanları bile fark edemez. İşte bu yüzden insanın düşünmeye zaman ayırması lazım. Sadece bunu yapan insan onun için en iyinin ne olduğunu anlayabilir, sadece o gözlerinin yanılgısının farkına varıp aydınlığa kavuşabilir.
Not: Şunu anladım ki dost dediğimiz insanlar birlikte düşünebildiklerimiz. İkiniz de iyi ki varsınız.

24 Mart 2010 Çarşamba

ŞART MIDIR?

-Beni seviyor musun?
-Olabilir.
Serhan bayadır tiyatroyla uğraşıyor, biliyorum. Res’den sıklıkla duyuyorum, facebooktan da takip edebiliyoruz tabi – artık herkes paparazzi.:) Ama daha önce hiçbir oyununu izleme şansı bulamamıştım. Bu yüzden, Res, Serhan’ın Kadıköy’de oynadığı “Ne Münasebet” adlı oyuna gidilmesi gibi bir plan olduğunu söylediğinde, “oh sonunda” dedim içimden. Oyun Müjdat Gezen Kabare Sahnesi’ndeydi, genel olarak küçük skeçlerden oluşuyordu. Skeçler kadın erkek ilişkileri üzerineydi ve izlerken gerçekten çok güldüm, çok eğlendim. 70 milyonu cüzdandan çıkarıp masa üstüne koymak ve 70 milyon önünde yemin etmek: yaratıcılık.
-Beni seviyor musun?
-Keşkül yer misin?
Espri Standartları Enstitüsü Kurumu’nu (ESEK) çoğunuz duymuşsunuzdur. Serhan da bu tiyatro grubunun üyesi. Cumartesi oyundan çıktık, oturalım daha muhabbet edelim istedik, Cadde’ye gittik. Bütün gece tiyatrolardan konuştuk. Serhan anılarını anlattı, Res sanki röportaj yapan bir muhabir havasında çalışmış da gelmişti, bir cümleye Serhan başlıyor, o tamamlıyor. Zaten bir konu onun ilgisini çekmeye görsün, ıcığını cıcığına katıp ne var ne yok her şeyi okur, çok güzel bir huy bence. Neyse, orada konuşurken Serhan ESEK’in iki oyunundan daha bahsetti: Sen Olmasaydın ve Kaygan Zemin. Kaygan Zemin’i daha önceden duymuştum ama Sen Olmasaydın’ı bilmiyordum, meğer o Kaygan Zemin’in öncesi gibiymiş. Hemen üç gün sonra Sen Olmasaydın Akatlar Kültür Merkezi’nde sahne alacakmış, Serhan da bizi davet etti. İyi ki de etmiş, iyi ki de gittik. Gerçekten katıla katıla güldüm. Oyunun bir yerinde karnımı tutmuş, iki büklüm olmuş buldum kendimi. Oyuncular Yağmur Kaşifoğlu ve Yosi Mizrahi, ilişkileri iletişim bozukluklarıyla yıpranmış evli çift, Nilüfer ve Cihangir’i canlandırıyorlar. Oyunun aynı zamanda yazarı da olan Uğur Uludağ’ın oyunun bazı yerlerinde doğaçlama olarak sahneye çıkması, o çıkınca oyuncuların yüzlerindeki ifade uzun bir süre aklımdan silinmez. Ve bir de tabi oyuncular kostüm değiştirirken ışıklar kararınca duyduğumuz kadın erkek “Beni seviyor musun” diyologları. Bir tek oyunun bitişi beni biraz rahatsız etti. Sanki bir şeyler havada kaldı gibi hissettim ama sonradan düşününce zaten olması gereken de budur diye düşündüm. Devam oyunu olan Kaygan Zemin’e gitmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
-Beni seviyor musun?
-Şart mıdır?
İki oyunda da genel olarak kadınlar ile erkeklerin ilişkilere ne kadar farklı yerlerden baktıklarına değiniliyor. Biz kadınların ruhlarının çok karmaşık olduğunu kabul ediyorum ve tabi ki de erkek ya da değil, hiç kimseden bir başka insanın ruhunu tamamen anlamasını bekleyemem. Ancak ben çevremdeki insanların çoğunun yapabileceklerinden çok daha azını yaptıklarına inanıyorum. Çoğu erkek sadece sürekli şikayet ediyor, kadınları anlamıyoruz diye. Bana sorarsanız, ben de anlamıyorum kendimi çoğu zaman, ama bence gerekli olan empati ve olumlu yaklaşmak. Sevdiğini karşındakine gösterebilmek ama gerçekten hareketlerinle, davranışlarınla, ona dokunmadan ona ne kadar değer verdiğini anlatabilmek. Bazen anlamamak çok mümkün, ama yapıcı olmak lazım, soruna takılmamak çözümü aramak lazım. Sevmek şart mıdır? Şart olan anlamaya çalışmaktır, sevgi zaten kendiliğinden gelir.
Not: Bu yazı Serhan sayesinde oldu, çok teşekkürler…

14 Mart 2010 Pazar

MÜZİK, DANS, KOSTÜM, DEKOR

Bir müzikalleri seven insanlar vardır. Bir de sevmeyenler. İşte bu yönüyle diğer bütün gösteri sanatlarından ayrılır bence müzikal. Mesela tiyatroyu genel olarak çok seven ama sevmediği oyunlar da olan insanlar vardır ve aynı şekilde tiyatroyu sevmeyen ama kazara izlediği bazı oyunları beğenenler de. Ben şarap sevmem mesela ama bazı şaraplar gerçekten çok lezzetlidir. Bunlar bir yana, bana göre, müzikaller konusunda insanlar siyah ya da beyazdır, gri yoktur. Müzikalleri seven insanlar için kötü müzikal yoktur, sevmeyen birini ise müzikale yalvarsanız götüremezseniz.
Geçtiğimiz bir hafta içinde iki tane müzikal izleme şansı yakaladım; biri sinemada, diğeri canlı olarak. Birincisi 1982 Broadway müzikalinin sinemaya aktarımı olan ve İtalyan film yönetmeni Guido Contini’nin hayatının, verimsiz denebilecek bir dönemini konu alan “Nine”. İzlediğim bütün müzikalleri beğendiğim için bu konuda pek bilirkişi sayılmam aslında. Ama bu en favorilerimden biri oldu ve “Notre Dame de Paris” ile “Phantom of the Opera”nın yanında yerini aldı. Filmde Fergie’nin söylediği “Be Italian” şarkısındaki tef dansı ise bence efsane bir dans sahnesi olmaya aday.
Bu hafta izlediğim ikinci müzikal ise “Red Hot Broadway”. Amerikalı bir grup sanatçı ünlü müzikallerin ünlü parçalarını bir araya getirerek bir gösteri oluşturmuşlar. Bu müzikallerin arasında Grease, Chicago, Mamma Mia, Cats, Les Miserables, My Fair Lady, Cabaret, Evita ve daha birçoğu vardı. Danslar, kostümler gerçekten çok güzeldi ama ben bu gösteriye “müzikal” dediğimde bir yanlışlık hissediyorum. Gösteriyi arkadaşım Tuğba ayarladı. Ben, Res, Tuğba, Tuğçe ve erkek arkadaşı Tuna olarak gittik. Tuğba ve Tuğçe bölümden arkadaşlarım, gerçi şimdi ikisi de mezun. Gösteri araya girdiğinde Tuğçe, “Bir şey eksik ama ne?” dedi. Açıkçası aynı fikir benim aklımda da vardı. Düşündüm ve buldum; bence eksik olan şey “konu”ydu. Bu kadar değişik müzikalleri bir araya getirince tabi bu gösteri müzikal havasından çıkıp bir dans gösterisi olmuş; bu nedenle ona dans gösterisi olarak bakmak lazım ve onu böyle beğenmek daha kolay. Gösteriye bir eleştirim daha olacak, o da şu ki çoğu müzikalin bana göre en güzel olan şarkılarını çalmadılar. Grease’in “Summer Nights”ı, Mamma Mia’nın “Mamma Mia”sı, Chicago’nun “Cell Block Tango”su yoktu. Ama tabi bir yandan da herkesin beğendikleri farklıdır ve herkesi memnun etmek mümkün değil diye düşünüyorum. Bu arada bahsetmezsem haksızlık olur Cats’deki dans sahnesi ve Chicago’daki “All that jazz” bence gösterinin en etkileyici kısımlarıydı. İki eseri de izlediğim için çok memnunum. Dedim ya, müzikal (ister başlı başına bir müzikal olsun, ister müzikal parçaları olsun) izleyip mutlu olmamam mümkün değil zaten. Bu yüzden herhalde “Ben müzikal sevmem.” diyen insanları hiç anlayamayacağım. Müzikaller insanların mutlu oldukları yerlerdir, dram dolu hikâyeler bile dansla ve müzikle karışınca daha güzel olur. Kostümler etkileyicidir. Dekor özeldir. Müzikaller güzeldir.

4 Mart 2010 Perşembe

Kuantum, Kuantsın, Kuant

Başlamadan önce söylemem gerekir ki şu anda üniversite son sınıftayım. Eğer bir terslik çıkmazsa birkaç ay içinde okulumu bitirip diplomamı almayı umuyorum. Ama sonra bir yerlerde daha daha okuyup, sonra İstanbul’a dönmek istiyorum çünkü şu anki okulumda, Boğaziçi Üniversitesi’nde hoca olmak en büyük hayalim. Tahmin edersiniz ki bu çekişmeli bir maraton ve bu maratona, dünyanın en iyi okullarında doktora yapabilenler sadece bir adım değil onlarca metre önde başlıyorlar. Bu nedenle ben de okulumun bu son senesinde doktora için yurt dışında bazı okullara başvurdum, cevap bekliyorum. Önceki yazımda bahsettiğim belirsizliğin nedeni işte bu: Bilmiyorum, göremiyorum. Değil bir sene sonra, 6 ay sonra nerede olacağım hakkında bile hiçbir fikrim yok. Diyeceksiniz ki bunun başlıkta geçen konuyla, kuantumla ne alakası var? Anlayacaksınız.

Son zamanlarda deney sehpalarından gündelik yaşamımıza sıçramış bir bilimsel konu var: kuantum fiziği. Bazılarımız konu hakkında bilgi sahibi, bazılarımız sadece adını biliyor ama az ya da çok hepimiz bu konunun farkındayız. Ben bu konuda “öğrendikçe öğrenesi gelenler” kategorisindenim. Bunda çok sıkı bir Lost hayranı olmamın da etkisi var ama Lost’tan önce de bu konuyla ilgiliydim. Heisenberg’in belirsizlik kuralı, Schrödinger’in kedisi… Bu nedenle, bugün okul yolunda elime tutuşturulan “Kuantum ve Metafizik” konulu konferansı kaçıramazdım. Konuşmacı da daha önce okulda fizik dersi aldığım, derslerini severek dinlediğim Prof. Metin Arık. Böyle olunca aksam tuttum Res’in kolundan Yeni Yüksektepe felsefe derneğinin yolunu tuttuk. Konferans hayli kalabalıktı ve bir saat boyunca, Metin Hoca bildiği onca şeyi bu kadar kısa zamanda nasıl anlatacağı paniği içinde, hiç durmadan konuştu, anlattı. Onu dinlerken, insanın yaptığı işi sevmesi bu demek, diye düşündüm içimden, ne güzel.

Kuantum(quantum) adını Planck sabiti olarak bilinen çok küçük bir değer olan “quant”tan alıyor, zaten kuantum da bu küçük değerlerle ilgileniyor temelde. Bilmeyenler için benim de çok ilgimi çeken bir deney olan Schrödinger’in Kedisi’nden biraz bahsedeyim. Öncelikle kuantum fiziğinin gerçekten çok küçük, gözle görünemeyecek parçacıklar için geçerli olduğunu aklımızın bir köşesinde tutalım. Kuantum fiziğine göre bu küçük parçacıklar bir anda birden fazla yerde olabilir. Elektron, proton gibi parçacıkların bu özellikleri kanıtlanmıştır. Deneye göre Schrödinger masum bir kediyi, kapalı ama nefes alabileceği bir kutuya koyar. Kutunun içinde ayrıca, içinde zehirli gaz olan bir kap, fotona duyarlı bir tetik ve bu fotonu gönderecek bir kaynak bulunur. Deneye göre, eğer tetiğe bir foton değerse kutunun ağzı açılmakta ve salınan zehirli gaz ile zavallı kedi ölmektedir. Problem şurada, foton dediğimiz parçacık kuantum fiziğine göre aynı anda birden daha fazla yerde olabilir. Yani foton, bu durumda, tetiğe hem çarpar, hem de çarpmaz. Yani kedi hem ölüdür hem de diri; daha doğru söylemek gerekirse kedinin yarısı ölü yarısı diridir. Ancak biz kutuyu açtığımız zaman, müdahaleden dolayı bu olasılık bir duruma (ya ölü ya diri) çöker ve biz kediyi bazen ölü görürüz bazen diri. Oysa hiç açmasaydık, kedi hem ölü hem diri olacaktı. Rus ruleti gibi bir nevi. :) Bu arada, zavallı kedi dediğime bakmayın, bu tamamen düşünsel bir deneydir ve Schrödinger, amacı için hiçbir kediyi katletmemiştir.

Geçtiğimiz ay, lise arkadaşlarımla, yedi kişilik bir grup, Amsterdam’a gezmeye gittik. Orada Van Gogh müzesinden kendime sanatçının çok beğendiğim resimlerinden birinin posterini almıştım. Bugün Res ile odamda onu nereye asmam gerektiğine karar vermeye çalışıyorduk. Bunu çerçevelettirsene dedi; ben de altı ay sonra nerede olacağımı bilmediğimden hiç düşünmeden dedim ki; “gideceğim yerde çerçevelettiririm”. Bazı insanlar bundan 10 sene sonra nerede olacaklarını düşünmeden günü yaşamaya bakarlar: Carpe Diem! Ben ise günümü yaşamayı gözden çıkardım, sırf 10 sene sonra istediğim yerde olabileyim diye. Başvurduğum okulların çoğu Amerika’da; Amerika da, zaman, mekan, her boyutta İstanbul’dan ve sevdiklerimden çok uzakta. O an dedim ki içimden, keşke bu poster gibi sevdiklerimi de gideceğim yere götürebilsem. Peki o olmazsa, kuantum fiziğinin dediği gibi, birden fazla yerde aynı anda olabilsem, hem gitsem okulumu okusam hem sevdiklerimin yanında kalsam. Bir foton yapabiliyorsa ben neden yapamayayım, benim bir fotondan ne eksiğim var?


Not: Söylemeyi unuttum; Res biricik dostum. Ve erkek arkadaşım.

2 Mart 2010 Salı

Yeni bir kelime: "Aşk"

Bir şeyi fark ettim. Aşk’ı hiç böyle düşünmemişim.
Bu kitabı okumayı uzun süredir ertelemiştim. Ev arkadaşlarımdan ikisi Gaye ve Alev ilk çıktığı zaman alıp okudular Aşk’ı. Benim herkesin dilinde olan her şeye karşı bir soğukluğum vardır. “Rüzgar gibi Geçti”yi izlemedim, bütün Avrupa’yı gezdim ama Londra’ya hiç gitmedim, Twitter’ım yok. Hiçbir nedeni yok, o herkesin yaptığını yapmam, farklı olmalıyım diyen insanlardan da nefret ederim. Bir gün bunların hepsini yapabilirim, hatta yapmalıyım ama nedense henüz değil. Neyse, sular durulana, insanlar Aşk’tan bahsetmeyi biraz azaltana kadar bekledim nedense. İyi ki de beklemişim. Okulda aldığım sosyal seçmeli bir derste agnostisizm üzerine konuşuyoruz bu aralar. Bertrand Russell’ın bir agnostik olarak konuya yaklaşımını inceliyoruz. Kendisini ve düşüncelerini savunma tarzı çok akıllıca ancak din’e sadece bir kurallar silsilesi olarak bakması dokunuyor bana. İşin içindeki “aşk”ı göremiyor, Mevlana ve Şems’in içlerindeki “aşk”ı. Doğrusu, bunu ben de pek göremiyormuşum, bu kitap sayesinde daha iyi anladım.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, nasıl başardım bilmiyorum ama geçtiğimiz Çarşamba’ya kadar Aşk’ın konusu hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Nasıl olduysa kitabı okumadığım gibi, konusunu da duymamışım ve bu saf beynimde, geçtiğimiz Çarşamba’ya kadar, Aşk’ın bir kadın ile bir erkek arasındaki çalkantılı, sırlı, git-gelli bir ilişki hakkında olduğunu düşünmüşüm. Tam olarak yanıldığım söylenemez çünkü Ella ile kocası arasında bu tarz bir ilişki görüyoruz ama bu kitabın çok çok küçük bir bölümü bence. Demek ki, genel anlamda yanılmışım. İşte bunu fark edince anladım ki “aşk”ı hiç böyle düşünmemişim. Televizyonda izlenen diziler, günlük hayatta aramızda konuştuğumuz konular, bizi öyle bir ikili ilişkiler karmaşasına sokmuş ki aşk denilen şeyin ne olduğunu düşünmez olmuşuz. Maalesef her şey gibi aşkı da basitleştirmişiz, minicik kutularımıza sığdırmışız. Ben bu kitabı okudukça, aşkı çıkardım o sakladığım kutudan, o da büyüdükçe büyüdü; Şems’in 40 kuralı oldu, Mevlana’nın şarabı oldu, Ella’nın ikilemleri oldu. Ve kitabı bitirdiğimde bir şeyi fark ettim, ben daha mutlu bir insan oldum.

Kitapta beni en çok etkileyen kısmı söylemeden edemeyeceğim. Bu arada, bilmeyenler için dipnot, üniversite son sınıftayım ve şu birkaç ay içinde hayatım boyunca ne yapacağım belli olacak. İstediklerimin bir sıralaması var kafamda ve bu sıralamadan şaşmam gerekecek diye ödüm patlıyor... En azından patlıyordu ki okuduğum bir kısım beni çok etkiledi. Şems’in 40 kuralından biri –merak edenlere söyleyeyim bu 40 kural tamamen yazarın hayal gücünden çıkmadır- hayatımızın akışı üzerine. Şöyle söylüyor yazar: ”Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” Öyle çok planlıyoruz ki her şeyi ve planlarımız bozulunca öyle yıkılıyoruz ki, bir daha asla düzelemeyeceğimizi düşünüyoruz, hepimize oluyor. Apple’ın kurucusu Steve Jobs’un Stanford Üniversitesi mezuniyetinde yaptığı çok ünlü bir konuşma vardır, eminim çoğunuz izlemişsinizdir. Orada der ki ”İleriye bakarak noktaları birleştiremezsiniz, sadece geriye bakarak birleştirebilirsiniz”. Bugün bizi tepetaklak eden bir olay aslında bizi olmamız gereken yere götürecek olan olay olabilir. Tepetaklak olmadan korkmamalıyız, belki hayat tersten daha iyi görünür.

Elif Şafak’a binlerce teşekkür.