The mind is its own place and in itself, can make a Heaven of Hell, a Hell of Heaven.
Paradise Lost, John Milton

2 Mart 2010 Salı

Yeni bir kelime: "Aşk"

Bir şeyi fark ettim. Aşk’ı hiç böyle düşünmemişim.
Bu kitabı okumayı uzun süredir ertelemiştim. Ev arkadaşlarımdan ikisi Gaye ve Alev ilk çıktığı zaman alıp okudular Aşk’ı. Benim herkesin dilinde olan her şeye karşı bir soğukluğum vardır. “Rüzgar gibi Geçti”yi izlemedim, bütün Avrupa’yı gezdim ama Londra’ya hiç gitmedim, Twitter’ım yok. Hiçbir nedeni yok, o herkesin yaptığını yapmam, farklı olmalıyım diyen insanlardan da nefret ederim. Bir gün bunların hepsini yapabilirim, hatta yapmalıyım ama nedense henüz değil. Neyse, sular durulana, insanlar Aşk’tan bahsetmeyi biraz azaltana kadar bekledim nedense. İyi ki de beklemişim. Okulda aldığım sosyal seçmeli bir derste agnostisizm üzerine konuşuyoruz bu aralar. Bertrand Russell’ın bir agnostik olarak konuya yaklaşımını inceliyoruz. Kendisini ve düşüncelerini savunma tarzı çok akıllıca ancak din’e sadece bir kurallar silsilesi olarak bakması dokunuyor bana. İşin içindeki “aşk”ı göremiyor, Mevlana ve Şems’in içlerindeki “aşk”ı. Doğrusu, bunu ben de pek göremiyormuşum, bu kitap sayesinde daha iyi anladım.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, nasıl başardım bilmiyorum ama geçtiğimiz Çarşamba’ya kadar Aşk’ın konusu hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Nasıl olduysa kitabı okumadığım gibi, konusunu da duymamışım ve bu saf beynimde, geçtiğimiz Çarşamba’ya kadar, Aşk’ın bir kadın ile bir erkek arasındaki çalkantılı, sırlı, git-gelli bir ilişki hakkında olduğunu düşünmüşüm. Tam olarak yanıldığım söylenemez çünkü Ella ile kocası arasında bu tarz bir ilişki görüyoruz ama bu kitabın çok çok küçük bir bölümü bence. Demek ki, genel anlamda yanılmışım. İşte bunu fark edince anladım ki “aşk”ı hiç böyle düşünmemişim. Televizyonda izlenen diziler, günlük hayatta aramızda konuştuğumuz konular, bizi öyle bir ikili ilişkiler karmaşasına sokmuş ki aşk denilen şeyin ne olduğunu düşünmez olmuşuz. Maalesef her şey gibi aşkı da basitleştirmişiz, minicik kutularımıza sığdırmışız. Ben bu kitabı okudukça, aşkı çıkardım o sakladığım kutudan, o da büyüdükçe büyüdü; Şems’in 40 kuralı oldu, Mevlana’nın şarabı oldu, Ella’nın ikilemleri oldu. Ve kitabı bitirdiğimde bir şeyi fark ettim, ben daha mutlu bir insan oldum.

Kitapta beni en çok etkileyen kısmı söylemeden edemeyeceğim. Bu arada, bilmeyenler için dipnot, üniversite son sınıftayım ve şu birkaç ay içinde hayatım boyunca ne yapacağım belli olacak. İstediklerimin bir sıralaması var kafamda ve bu sıralamadan şaşmam gerekecek diye ödüm patlıyor... En azından patlıyordu ki okuduğum bir kısım beni çok etkiledi. Şems’in 40 kuralından biri –merak edenlere söyleyeyim bu 40 kural tamamen yazarın hayal gücünden çıkmadır- hayatımızın akışı üzerine. Şöyle söylüyor yazar: ”Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” Öyle çok planlıyoruz ki her şeyi ve planlarımız bozulunca öyle yıkılıyoruz ki, bir daha asla düzelemeyeceğimizi düşünüyoruz, hepimize oluyor. Apple’ın kurucusu Steve Jobs’un Stanford Üniversitesi mezuniyetinde yaptığı çok ünlü bir konuşma vardır, eminim çoğunuz izlemişsinizdir. Orada der ki ”İleriye bakarak noktaları birleştiremezsiniz, sadece geriye bakarak birleştirebilirsiniz”. Bugün bizi tepetaklak eden bir olay aslında bizi olmamız gereken yere götürecek olan olay olabilir. Tepetaklak olmadan korkmamalıyız, belki hayat tersten daha iyi görünür.

Elif Şafak’a binlerce teşekkür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder